Cumartesi, Haziran 24, 2006

Bu seferki, "La Petite Band"ın İstanbul'a kaçıncı gelişi?

Birçok gazetede "La Petite Band ilk kez İstanbul'da" başlığıyla bir haber çıkıyordu kaç gündür...

La Petite Band ilk kez İstanbul'a ne zaman geldi bunu tam bilemem, ama 2000 yılında burada olduklarından adım gibi eminim! Çünkü onlarla Milliyet -"Web'de Kültür Sanat" için bir söyleşi yapmıştım.

Haber bültenlerini yazan arkadaşların en çok kaçınması gereken şeylerden biri de bu işte. Basının da araştıracak vakti olmaz ise... Ha, ne önemi mi var? Bilmem. Bunlar duygusal insanlar. Haklarında çıkan haberleri toplayıp bakarlar. "İlk kez"i görünce "demek geçen seferkini gözardı etmişler" derler, üzülürler. Üzmemek gerek sanatçıları... "Bach İstanbul'da" etkinlikleri için halkımızı çok sesli müzik alemi ile tanıştırıp barıştırmak uğruna ciddi çabalar sarfeden Hakan Erdoğan'ı da...

Bakın, arşivimden neler çıkıyor deştikçe!
İşte bu konuyla ilgili bir basın bülteni:



KONU: "BACH İSTANBUL'DA Konserleri"–
TARİH: 18 Eylül 2000, Pazartesi,
Armada'da yapılan Basın Toplantısı'nda konuşulanlar...


"Bach İstanbul'da" bu akşam (18 Eylül 2000, Pazartesi), "La Petite Bande" ile açılıyor. "La Petite Bande"ın yönetmeni Sigiswald Kuijken ile bu sabah Armada Otel'de bir basın toplantısı yapıldı. Evin İlyasoğlu'nun yönetiminde yapılan toplantıya "İkinci Aya İrini Bach Günleri"ni destekleyen TR-Net Genel Müdürü Coşkun Zümrütkaya da katıldı. İlyasoğlu, sözü önce Zümrütkaya'ya verdi. Zümrütkaya "iletişim teknolojisinin hiç olmadığı bir çağda yaşayıp, eserleri ile yüzyıllar ötesine mesaj veren Bach'ın 250. ölüm yıldönümünde böylesi bir etkinliği desteklemekten mutlu oldukları"nı belirtti. "Türkiye'nin Internet şirketi TR-Net'in bilimsel, kültürel ve sanatsal etkinliklere sahip çıkmayı sürdüreceği"ni de sözlerine ekledi. İlyasoğlu daha sonra, 1972 yılında Belçika’da Sigiswald Kuijken ve onun tarafından kurulan "La Petite Bande" hakkında özet bilgi verdi:


Harmonia Mundi adlı plak şirketi, Lully’nin “Kibarlık Budalası” başlıklı yapıtının Gustav Leonhardt yönetimindeki kaydını yapmak için böyle bir topluluğun kurulmasını önermiş. Böylece bu topluluğa Lully’nin 14.Louis’nin sarayında kurduğu kendi orkestrasının özgün adı verilmiş: La Petite Bande!
Tüm üyeleri uluslararası alanda erken müzik uzmanı olarak ün yapmış kişilerden oluşuyor. La Petite Bande sürekli bir topluluk olarak kurulmamış olsa da CD kaydındaki başarısından sonra düzenli konserler veren bir aile haline gelmiş. Özellikle Fransız müziğinde odaklanan dağarcığı giderek İtalyan ustaları, ardından Bach, Handel, Gluck, Haydn ve Mozart gibi bestecileri de
kapsamaya başlamış.

Orkestranın iki kurucusu olan Gustav Leonhardt ve Sigiswald Kuijken halen topluluğu dönüşümlü olarak yönetmekteler. Sigiswald Kuijken sürekli birinci kemancılığını üstlenmiş durumda. La Petite Bande çalgı müziği kadar ses müziği kayıtları da yapmış; Barok ve Klasik dönem opera ve oratoryalarından örnekler vermiş. Bunlardan bazıları, Rameau, Handel ve Haydn’ın operaları. Harmonia Mundi, Denon ve Eccent plak şirketlerine yaptığı kayıtlar arasında şu yapıtlar bulunmakta: J.S.Bach’ın Keman Konçertoları, Orkestra Süitleri, Brandenburg Konçertoları, Si minor Missası, Magnificat ve the Aziz John ve Aziz Mata Pasyonları; Haydn’’ın Yaratılış ve Mevsimler oratoryoları ile 20 kadar senfonisi; Gluck’’un Orfeo operası; Mozart’ın Requemi, Keman Konçertoları ve Cosi fan tutte, Don Giovanni ve Figaronun Düğünü gibi operalarının canlı kayıtları.

Topluluk, Avrupa, Avusturalya, Japonya, Çin ve Güney Amerikada pek çok uluslararası festivale ve konser dizilerine katılmış. J.S.Bach’ın 250 ölüm yıldönümü nedeniyle 2000 yılı içinde Brandenburg Konçertoları, Si minör Missa ve kantatlardan oluşan programlar düzenlemiş.

Sigiswald Kuijken, 1944’de Brüksel yakınlarında dünyaya gelmiş, Bruj ve Brüksel konservatuvarlarında keman eğitimi almış. 1964’de Maurice Raskin’in sınıfından mezun olmuş. Erken dönemlerin müziğini çok küçük yaşta erkek kardeşi Wieland ile tanımaya başlayan sanatçı, böylece 1969’dan itibaren kemanı daha otantik çalmaya başlamış. (Bu yorum tarzında çalgı çenenin altında değil omuzda özgürce tutulmakta.) Bu çalış tarzı 1970’lerden sonra birçok keman yorumcusunu da etkilemiş ve keman dağarcığında çok önemli değişikliklere yol açmış.
Sigiswald Kuijken 1964-1972 arasında Brüksel’de yerleşik Alarius topluluğunun bir üyesi olarak Avrupa ve Amerika’da konserler vermiş. Daha sonra Barok müziğin uzmanlarıyla birlikte bireysel oda müziği projeleri yürütmüş. Örneğin kardeşleri Wieland, Barthold, Gustav Leonhardt, Robert Kohnen, Anner Bylsma, Frans Brüggen ve Rene Jacobs bu uzmanlardan birkaçı.
1972’de La Petite Bande adlı Barok orkestrasını kurmuş. Bu toplulukla o tarihten bu yana Avrupa, Avustralya, Güney Amerika, Çin ve Japonya’da sayısız konserler vermiş. Yine bu toplulukla Harmonia Mundi, Scon, Accent ve Denon gibi plak şirketleri için CD’ler yapmış 1986’da François Fernandez, Marleen Thiers ve Wieland Kuijken ile birlikte Kuijken Yaylı Çalgılar Dörtlüsü’nü kurmuş. Topluluk, aralarına birinci kemancı olarak katılan Ryo Terakado ile kentet haline dönüşmekte. Böylece Haydn ve Mozart’ın Klasik kuvartet ve kentetlerini de Denon için CD yapmışlar.
1971-1996 arasında La Haye’deki Koninklijk Conservatorium’da Barok keman hocalığı yapan sanatçı, 1993’den beri Brüksel’deki Koninklijk Muziekconservatorium’un da öğretim üyesi. Uzun yıllar değişik öğretim kurumlarından konuk hoca sıfatıyla çağrılar almış, Londra’daki Kraliyet Müzik Koieji’nde, Salamanca Üniversitesi’nde ve Siena’daki Accademia Chigiana’da dersler vermiş.

Daha sonra söz alan Sigiswald Kuijken'in konuşmasından anekdotlar:

-Ben her ne kadar bir müzisyensem de, aynı zamanda bir araştırmacıyım. Yıllardır, saatlerimin çoğunu kütüphanede geçiriyorum. Bu araştırmaların birinde Bach'ın ilk el yazmalarını bulduğumuzda inanılmaz heyecan duymuştuk...

-Uzun zaman Bach'ın müzikte bir "başlangıç" noktası olduğu kabul edilmiştir. Oysa, Bach, bizce bir sonuç, bir bitiş çizgisidir. Ondan sonra belki bir Mozart çıkmıştır. Ama, buna karşılık, Bach öncesi müzisyenler ve Bach'ı hazırlayan dönem bizce daha çok incelenmelidir. Biz de bunu yaptık.

-Hiçbir yorumcu, Bach'ı kullanarak kendini tatmin etmemelidir. Bach'ı Çaykovski tekniği ile çalarsanız, o Bach olmaktan çıkar. Oysa bizim egomuz önemli değildir, önemli olan Bach'tır. Bu nedenle biz ona mümkün olduğu kadar yaklaşmak istiyoruz. Onun eserlerinin yaratılış anına yaklaşmak istiyoruz.

-Bach'ı yepyeni yorumlarla çalmak mümkün elbette, ama bu tıpkı Mona Lisa'yı ekrandan izlemeye benziyor. Önemli olan o müziğin yaratılışındaki kıvılcımı yakalamaktır...

-Teknolojik gelişme ve sanat... Sanat değişir, gelişim göstermez.. Teknik, teknoloji gelişir, ilerler. Nitekim, Bach'ın döneminde yükses ses kapasiteli teknolojisi ile örneğin Steinway piyanoları yoktu. Ama Bach'ın düş gücü o kadar geniş ve çağını aşan bir yetenek idi ki, sanki bestelerini bugünkü piyanoları düşünerek yapmış gibi. Oysa, varolmayan bir enstrüman için kimse beste yapamaz. Şimdi ben sorsam, "-Future-phone' için bir beste yapın" diye. Kim yapar? Yok ki böyle bir enstrüman daha!

Kuijken, "-Bach dinsel bir besteci sayılır mı?" sorusu üzerine, Bach'ın dinine çok bağlı biri olmakla beraber, bu bağlılığın bir "rahip" düzeyinde olmadığını, nitekim 20 küsur çocuğu olan Bach'ın evrensel bir besteci olduğunu belirtti.

* * * * * * * * * * * * * * *
Elim değmişken, "La Petite Band"ın da aralarında olduğu, o 2000 yılındaki "Bach İstanbul'da" dizi konserleri vesilesiyle Aya İrini'de yapılan bir toplantının notlarını "Web'de Kültür Sanat"ın sevgili aboneleri ve ziyaretçileri ile paylaşayım:


II. AYA İRİNİ BACH GÜNLERİ

18 Eylül 2000, Pazartesi-
Açık Oturum: "BACH ÜSTÜNE DOĞAÇLAMALAR"


EVİN İLYASOĞLU (Oturum başkanı)
DOĞAN HIZLAN
ENİS BATUR
BALKAN NACİ İSLİMYELİ
AYDIN ESEN


AÇIK OTURUM KONUŞMALARI

EVİN İLYASOĞLU (Oturum başkanı)

...Johann Sebastian Bach. 1685’de doğmuş 1750’de ölmüş. Ölümüyle Barok çağ kapanmış, Klasik çağ açılmış. Oysa Bach hiçbir zaman kendi çağı içinde zaptedilememiş. Aradan yüzyıllar geçmiş ve hâlâ günümüze ışık tutan yüzüyle gündemimizde yer almakta.
Uzaya gönderilen "insanlıktan örnekler taşıyıcı kapsül"ünde Bach’ın müziği var. Bu kapsül bundan yüz yıl sonra uzaydan yayın yapmaya başladığında, güneş sistemindeki veya dışındaki gezegenler de Bach’ı dinleyecekler. Bugün Bach’tan bu yana bestelenen tüm müzik yapıtları yitip gitse bile, biz Bach’ın müziğinde, bugüne dek neler bestelenmiş olabileceğine dair ipuçları bulabiliriz.
Hemen her yorumcu sabah uyanınca Bach çalar, çünkü onun havası suyu, gıdası Bach’tır.
Bach’ın çağında Newton gibi bir bilim adamı yerçekimini kanıtlamış, Amerika’da Bağımsızlık Bildirgesi'ni oluşturan koşullar olgunlaşmış; Osmanlılar Viyana kapılarına dayanmış... Bach’ı bunlar ne denli ilgilendirmiştir ki! O her hafta Leipzg’deki Aziz Thomas Kilisesi'nde, kentteki güncel olaylara göre bir kantat bestelemekle yükümlüdür.

Bach kendi çağında bir yenilikçi değildir. O güne dek olup biteni bir yerlere yerleştirmiş, derleyip toparlamıştır. Bir araştırmacıdır. Kendinden öncekileri ve çağdaşlarını araştırmış, bir dolu nota kopyalayarak kendi kendine pekçok şey öğretmiştir.

İletişim araçlarının olmadığı bir dönemde, Almanya sınırlarının dışına hiç adım atmamış, 20 çocuğu ile birlikte dükalıklarda, prensliklerde ve Luter'ci Kilisenin merkezlerinde yaşam savaşı vermiştir. Öldüğü zaman usta bir orgcu, iyi bir org uzmanı ve kentin dinsel müziğinin hizmetlisi olarak tanınırmış.
Ölümünden neredeyse yüzyıla yakın bir zaman dilimi içinde yeniden keşfedilince onun yapıtlarındaki derinlik de gündeme gelmiştir. Bach’ın müziği, saf müziktir. Yalındır, oysa en karmaşık dokuyu içerebilir. Tekdüze görünebilir oysa yoğun devinimi barındırır.

EVET; Biz bugün burada bütün çağların bestecisi Bach’tan çok, bütün sanat alanlarına da ışık tutmuş Bach’tan sözedeceğiz. Bach’ı kendi sanat disiplininin, müzik sanatının dışında konuşacağız. İşte bu nedenle konuklarımız doğrudan klasik müzik alanından seçilmedi.

Bach’ı müzikçi Bach dışında konuşacağız. Yapısının diğer sanat dallarına etkisini, müziksel bütünlüğünün oluşturdduğu esin kaynaklarını irdeleyeceğiz.
Bach üstüne bir doğaçlama olarak bakabiliriz bugünkü panelimize. Belki de Bach’ın ışığında bir kanatlanıp uçma, diyebiliriz...

İlk sözü sayın Doğan Hızlan’a vermek istiyorum. Efendim, Bach müziğinin çok ayrıcalıklı bir dinleyicisi olduğunuzu biliyorum. Bazan öyle CD’lerden söz edersiniz ki yazılarınızda, ben bir müzikçi olarak kıskanırım. Sizi Bach hangi ülkelere götürür?

DOĞAN HIZLAN

Beş-altı gündür Bach üzerine çıkan kitapları okudum. Acaba müziğin dışında nerelere taşmıştır diye. Ve zaman zaman da o yüzyılda Türkiye’deki müzikçileri, bestecileri düşündüm. Onların neden bir kiliseye kantat yapan bir bestecisinin, çağın bütün düşünce hayatıyla, alışkanlıklarıyla bağlantı kurulan birer çalışma yapılması mümkünken, bizde neden böyle bir genişleme yoktur? Yo Yo Ma’nın Bach Çello Süitleri ve ondan esinlenerek yapılmış bir filmi var. Gerçekten Bach’ı ben nasıl algılıyorum, ben neden Bach’ı seviyorum. Ben onun eser yazdığı üç enstrümanı çok sevdiğim için belki ona bağlanıyorum: Biri lut, biri çello, biri de klavsen (harpsichord). Ben her sabah, sanki beni arıtıyormuş, içimi yıkıyormuş gibi klavsen dinlerim çalışma odamda.
Bach’ın sadece müziğini düşünüyoruz. Bach’ın yalnız Barok döneminde yaptıklarını öğreniyoruz. Ama Barok döneminde müziğin diğer alanlara da taştığını okuyunca insan, Türkiye’deki bestecilerle de mukayese ediyor tabii. Bach’ın eserini değişik dönemlerde insanlar nasıl dinlerlerdi acaba?
Bende Cassals’ın Güney Amerika’ya göç ettiği zaman doldurduğu çello süitleri vardır. Bunları ilk dinlediğimde çok farklı gelmişti. Kapağını Picasso yapmış. Çok eski bir icra. Sonradan bir müzikçi arkadaşım dedi ki: Bu İspanya iç savaşında çektiği acıları, dertleri, sıkıntıları da Bach yorumuna eklemiş. Sonra düşünüyorsunuz ki, bizde bir müzikçinin herhangi bir mimari ile bir düşünce hareketi ile bağlantısı yok.
Bach’a ve Barok mimarisine bakarken "bu binalar, bu mimari donmuş bir müziktir" diyor.
Bach, her ayine bir beste yetiştirecektir. Hergün belli bir saatte yazı yazmakla yükümlü olduğumda kendimi Bach gibi görüyorum. Bir de hayatın içinde olan bir besteci. Posta müdürünün karısının ölümüne veya bir prensin doğum gününe de beste yapıyor. Kilise dışında da, "lâ dini" beste yapıyor.

..."Update" edilmesi, bugüne getirilmesi de beni ilgilendiriyor. Birkaç araştırmacı Bach ile düşünce hareketlerini irdelemiş. Aydınlanma Çağı ona göre, birtakım düşünce unsurlarının istiflenmesidir. Yenilikler değildir önemli olan. Tıpkı Bach’ın yaptığı gibi. Drefyus ise başka bir şey söylüyor: "O Spinoza gibi, doğrudan doğruya yaptığı müzik rasyonalist, akılcı müziktir." diyor. Bir bestecinin bu kadar çok yorumlanması onun düşünce dünyasına itiyor. Aynı yüzyılın biraz ötesinde bizdeki müzikçilere baktım. Tabii başka alanlarda mukayeseleri var. Schweitzer müzik ve şiir üstüne bir deneme yapmış. Ona göre müzik de öne geçiyor zaman zaman ama herşey şiir, bir de resim. Bach’ın eserlerinden acaba gözümüzde bir şiir mi yaratabiliriz, yoksa bir tablo mu? Ona göre Beethoven, Bach birer ressam mıdır? Buna karşılık mesela Wagner de bir şairdir. Michelangelo da bir şairdir Schweitzer’e göre.
Gabo müziği ile geleneksel Bach birarada dinlenebildi, yakınlarda yapıldı. Öyle müzikçiler var ki, onu günümüzde başka yerlere taşıdığımızda da aynı zevki alabiliyoruz. Beni rahatsız etmedi. Pekineller’in yaptığı yeni Bach plağı gibi.
Bugüne getirilmiş tadlar veriyor ama ondan sonrası doğrusu bana şaşırtıcı geliyor.
Bunların içinde dinlediğim Bach’larda benim tabii ki en sevdiğim icra: Cassals, o Güney Amerikada doldurulmuş olanı. Leopold Stokowski 1927’lerde orkestrasyonunu yapmış. Şöyle bir deyim kullanıyor: Bu orkestrasyonu yaparken ben bir eserin org için aranjmanı nasıl yapılıyorsa, o yöntemi çarpıtmamaya çalıştım.
Bach’ın bütün bu yansımaları benim için bir durgunluk, dinginlik sağlar. Bir Bach’ın müziği ne yazık ki bizim Türkiye’deki yazar ve şairlerde pek kimseye yansımamış. Enis Batur’a Bach’ın müziği yansımış. Bir parça da Türk müziği Atilla İlhan’a.
Müziğin ardında keşfedilen şiir. Mesela ben bir opera kitabında bunu okuyorum. Müziğin matematiğinin bütünlüğü var Bach’da. Ne yazik ki kendi müziğimizde böyle bir etkileşim yok. Sanat bütüncül bir etki aracı değil bizde. Hammamizade en güzel ilahileri, Mevlevi ayinleri’ni yazmış. Ama bunlar hangi düşünce hareketine göre? Ancak ve ancak bir Mevlevi düşüncesinin onu etkilemesi, izdüşümü, kendi çileden ötürü etki alanını yazmış. Bach’ın kilise dünyasındaki etkilenmesine benziyor ama onun gibi arkasında bir mimari, mimarinin arkasında başka bir alan yok.
Luter döneminin (Eisenach'lı Luter) olarak anılan, Alman çıkışlı bestecisi Bach. Bölgenin müziği var, milliyetçilik var. Orada çıkış bir Alman müziğidir.
Sonra da dünyanın müziğidir bu.
Sanatçının sanatçıya destek olması çok önemli bir konu bence. Eğer yüzyıl sonra Mendelssohn Bach’ın notalarını bulup tanıtmasaydı bugün biz onu ne kadar biliyorduk? Şimdi Enis’in, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı yeniden yayınlamasıyla, “Huzur” gündeme geliyor. Sanatçı sanatçının desteği olmalı.

İLYASOĞLU: Aslında "Sabah uyanınca Bach dinlerim" cümlesi bütün müzikçilerin solganı gibidir. Kutsal bir kitap gibi onu okuması gerekir. Bir oksijen, soluk alıp vermedir. Bach dinleyerek güne başlayan yorumcu da kendini daha sağlam hisseder. Sayın Doğan Hızlan da Bach ile güne sağlam başladığını belirtiyor. Şimdi yine bir edebiyatçı ile devam edelim ve Enis Batur’a söz verelim. Bildiğim kadarıyla bir roman yazmakta şu sıralarda. Adı da "Füg Sanatı". Evet, nasıl bir kanatlanıp uçmaktır Bach’dan etkilenmek?

ENİS BATUR

Yazmakta olsam yine iyi. Yazdım. "Füg Sanatı" adlı bir roman denemesi. Özgürce bir kitap yazdım ve hangi türe girdiğini gerçekten bilmiyordum. "Roman Denemesi" dedim alt başlıkta. En çok romana yakın. Bir süre sonra insan sokulmak istediği edebiyat kalıplarından sıkılmaya başlıyor. Ben de özgürce bir kitap yazdım.
Bir yorumcunun yaklaşımından yola çıkmak istiyorum: “Bach’ı anlamak için bilgin ya da bilge olmak gerekir. Bach’ı çalmak için usta ya da uzman olmak gerekir. Sevmek için ise dinlemek yeter” diyor. Dolayısıyla birinci ve ikinci kategoride yer almayan insanların üçüncü kategoride rahatladıklarını söyleyebiliriz. Üçüncü katagoriye girmek bir özellik ve özgürlük. Bir başka özgürlük daha var, dinlemek kadar masum olmayan bir özgürlük, Bach’tan yola çıkıp bir şeyler yapmamızı kısıtlayan kurallar, yasalar yok, bereket. Yerimizi şaşırmıyorsak! Yani kendimizi bilge-bilgin, usta-uzman kategorisine sokmuyorsak, doğru bir yerde durabiliyorsak Bach için başka şeyler de yapabiliriz. Örneğin bir ressam Bach’tan esinlenerek bir resim yapabilir, bir yazar Bach’ın bir yapıtından esinlenerek çalışmalar yapabilir. Bu konuda özgürlüklerimiz var.

Çevremde yalnızca edebiyat dünyasının insanları yok. Edebiyatla doğrudan ilgisi olmayan sosyal bilimci, sanat tarihçisi arkadaşlarım da var. Onlar genellikle edebiyatla ilgili işlere bakarken biraz şüphe duyuyorlar, görüyorum. İçtenlikle bazı serzenişlerde bulunuyorlar. Diyelim ki bir sanat tarihçisi bir edebiyat adamının, şirine, romanına ya da denemesine musikiyi alet etmesine
kızabiliyorlar.

"Hangi bilgi, hangi, ölçüler, hangi birikimle bu işe kalktınız?" denince, işte bu özgürlüklere sığınarak cevap veriyorum. Türler bazında bakacak olursak, şiirle musikinin yolları bir noktadan başlayarak hafifçe ayrılmıştır. İkisinin içiçe olduğu, birbirine eşlik ettiği dönemler yaşandı. Yolları bir miktar ayrılsa da birbirlerini görerek ilerlemişler. Bir noktadan sonra yeniden birbirlerine yaklaşmışlar. Bir edebiyat adamının musiki ile ilişkileri birkaç düzlemde toplanabiliyor gibi geliyor. Çeşitli örnekler not ettim. Sonnet, Ninni, şarkı, türkü.
Alt türleri seçtiği zaman bize bir sinyalde bulunuyor: Musiki ağırlıklı bir şiirle karşı karşıyasınız. Yani ezginin ön plana çıkacağı, ezginin belki motor görevini gördüğü, diğer öğeleri, etmenleri biraz daha kıyıya ittiği, örneğin anlam dokusunun, musiki kaygılarına göre biraz daha geride kaldığı, bir formu yeğlediğini gösteriyor. 20.yüzyılın şiir çıkışlarının arasında, doğrudan doğruya musikinin ağır bastığı şiir bütünlükleri vardır. Örneğin: Rilke’nin sonnetleri seçilmiş bir biçimdir. Rilke, Requiemler'le musikiye yapısal göndermeler yapar. Musiki kaygısının, ezgi kaygısının musiki bağlantılı olarak öne çıktığı örnekler bunlar.

Musiki kaygısının doğrudan öne çıkmadığı örnekler de vardır. Dilin ezgisine sığınmayı tercih eden, bir yan kolun, yan sanatın olanaklarını kullanmaktansa, dilin kendi olanaklarından yararlanan şairler de olmuştur.

Bir de musikiyi doğrudan doğruya konu eden şiirler vardır. Elimde bir Antoloji var: U.S.Aiforce’un İzmir’deki kütüphanesinden yola çıkmış benim kütüphaneme gelmiş. Farklı başlıklar altında, örneğin müzik araçları üstüne, gitar, org üstüne. Amaç musiki araçları üstüne yazılmış şiirler. Kötü de olsa kullanılmış. Şarkı-ezgi-insan sesi-besteci üstüne (Auden’in olağan üstü şiiri) dans musiki ilişkileri, Shakespeare’den parçalar. Dolayısıyla yapılmış musikinin konu edildiği konudan sözedebiliriz.

Bir de doğrudan doğruya besteci talep ettiği için onun için çalışan şairler vardır. Ya da ikisi çok iyi anlaştıkları için. Özellikle şair denizaltındadır bu durumda. Kendisi de biliyordur. Örneğin Eric Satie ile A.Cortot’nun çalışması gibi. Bizde de Bilge Karasu’nun, Tarık Günersel’in libretto çalışmaları gibi. Böyle bir koridor olduğunu biliyorum.

Daha karmaşık bir alan, şiire göre, musiki –roman ilişkisinde göze çarpıyor. Thomas Mann’ın romanı Dr. Faust. Olgunluk döneminin yapıtlarından. Schönberg biraz sinirlenip mahkemeye vermeye kalkışmış. Çünkü Andrea Levercour’u 12-ton’un bulucusu olarak öne çıkartmış Mann! Polemiklere bulaşmış bir roman. Önemli olan Mann’ın burada musiki parametrelerini değiştirecek olan yenilikçi bir besteciyi, bütün roman örgüsünü oturtması.

Bir başka musiki ağırlıklı önemli roman, Herman Hesse’nin Boncuk Oyunu. İkinci dünya savaşının yıkımları ardından yazılmış. Bütün değer sistemleri çökmüş.İnsana ulaşmanın, terbiyenin, eğitimin, insan olmanın yolu olarak bunu seçmiş. Bunlar musikiden geçer.

Pascal Pienan'ın romanı... İki çalgıcı arasında gidip gelen o kısa-yoğun-acıklı bir roman. Bir Alman yazarın "Handel’in Kafası" diye kısa bir romanı var. Müzik üstüne peş peşe romanlar yazmış. Müzikolog bilgisi ile kotarılmış bir roman. Romancının bilgili bir konumdan hareket ettiği bir roman. Bir de Thomas Bernard hemen aklıma geliyor. Son kahramanı da Glenn Gould idi. Kendisi de piyano eğitimi gördüğü için o öfkeli gözüyle, G.G’un özgün yorumlarını bir de yazar gözüyle dünyaya nakledişi. Dolayısıyla musiki roman çerçevesinde uzatılacak bir liste var; kendine özgü geniş bir damar bu.

Bir de edebiyatçıların "hadlerini bilerek", bunun altını çiziyorum, bir müzikolog ya da sanat tarihçisi bilgisine sahip olmadıklarını bile bile yazdıkları kimi yapıtlar ya da besteciler üstüne yazdıkları denemeler var. Hemen aklıma gelen Michael Pitour’un Beethoven’in 33 Diabelli Çeşitlemesi üstüne Pitour’un 33 çeşitlemesinden oluşan frapan, kaçık bir deneme kitabı. Bir de Stravinsky üstüne kurduğu, harfler ve notalar arasında oldukça sarhoş bir çalışması.

Bir de bestecilerin edebiyatla ilişkileri var. Nasıl birileri "edebiyatçılar müzik bilmiyorlar, uzmanı değiller" diye yadırganırsa, öbür taraf için de aynı şey söylenebilir: Schubert’in Goethe, Usmanbaş’ın ya da Boulez’in Mallarme’nin Debussy’nin Edgar Allan Poe, Britten’in Melville’in Billy Bud’ı; Kurt Tag’ın Kafka yorumları. Bestecilerin edebiyatla uğraşmaları ve oradan çıkış noktaları bulmaları iki taraf arasında koyu bir muhabbetin ilerlediğinin göstergesidir.. Edebiyatçıların musikiye, musikişinasın edebiyata bakışının şöyle bir ortak, içiçe geçen bir halka oluşturduğunu, bu içiçe halkanın da, birbirinden kopmaz ayrılmaz bir bütün olduğunu söyleyebiliriz.

Bir kitap yazıldığında elinize şöyle bir şey geliyor. Bir blok bunun içine girmiştir. (O sırada bir kitap gösteriyor!)

Bu kitap dediğimiz şey, bir sorunun ille de çözümü değildir, bir sorunun kendisi de olabilir. Ben söz konusu kitabımı bir sorun olarak içimde çok uzun süre taşıdım. Bu sornunun çözümü beklemediğim bir şekilde Bach’dan çıktı. Bach dinlediğim için değil, başka bir besteciden de çıkabilirdi. Bach’ın kendi yapıtlarını bir müzikologun deyimiyle bir cebir denklemi gibi kuruyor olması, beni gençlik yıllarıma götürdü. 14-15 yaşlarımdayken cebir derslerimde, bir çeşit sarhoş gibi cebir denkleminin içine kendimi salıverdiğim dönem. Derdimin çözmek olmadığı, devamlı önüme problem yığılması gerektiği. Çözülür çözülmez bir yenisi gelsin. Kendimi kaybetme şeyi. Bütün bunlar yanyana dizildi. Kafamın içinde oldukça hızlı dönen, sayısını tespit edemediğim harfler. Bunların arasında bir içiçe okuma durumu gelişti. Sonuçta Bach’ın "Füg Sanatı" adlı yapıtı, 250 yıl boyunca çözülemeyen sorununun aslında hâlâ sürüyor olduğunu gösteriyor. Bizim sonsuz bir potansiyel ile durmadan büyük musiki yapıtlarını hâlâ dinlememiz, önemli tabloların karşısında kalmaya devam etmemiz, çağdan çağa eski yapıtları durmadan yeniden keşfedip onlarla ilişkiye girmemizin sırrı da burada yatıyor. Bir yapıtın o sonsuz kapasiteli büyüsü ile aslında kapalı bir dünya olduğunu, bir biçimde bitmiş olduğunu kabul etmek zorundayız. Çünkü önümüzde bir blok halinde duruyor ve her seferinde bir yorumcu onun bitmiş halini başka türlü bir biçimde okumaya çalışıyor. Bir yazılı yapıt nasıl üretilir. Benim kaygım oydu. Ben de Bach’ın o yapıtından konuşa konuşa ilerlemeye çalıştım. Füg kavramına yüklediği tanımı da çok beğendiğim için şu anlayışla yaklaştım: Aynı anda konuşan dört kişinin söylediklerinin bir bütün olarak, bir örgü olarak ortaya çıkartılması, bir dağınıklık değil, sağırlar diyaloğu değil. Çıkış noktam da buydu.

İLYASOĞLU: Sayın Balkan Naci İslimyeli, Bach bir ressamın alanlarına nasıl girer? Tarih boyu resim sanatında Bach yapısının yansıdığı örneklerden söz edebilir miyiz?

BALKAN NACİ İSLİMYELİ

2000 yılının dokuzuncu ayında Bach konuşuyoruz. Önümüzdeki bin yıl sonunda da insanlık Bach konuşmaya devam edecek. Peki Bach’ı bu kadar zamanlar üstü tutan özellik nedir? Bence Bach’ın bütün zamanlara olağan üstü değer vermesi. Onu dünden bugüne taşıyan en büyük nedenlerden bir tanesi. Bach bir çağ sonu sanatçısı. Geç Barok. Bütün çağ sonu sanatçılarında gördüğümüz, çağın bütün sarsıntılarının yatıştığı. Çağın bütün kıyımlarının, serüvenlerinin, bir tortu gibi acının içine çöktüğü, geniş bir karamsarlığın sanatçısı, toparlayıcısı olduğu kadar. Radikal bir yenileyici değil ama bütün eski değerleri tek tek kuyumcu işçiliği ile duygulu yaratıcı.
.....
Hem kul hem birey. Hem gelenekçi hem geleneği yıkan bir adam. Hem akılcı hem duygucu. Verici ve bu nedenle hep kazanan belki.

Biliyoruz ki onun döneminde yapıtlarının değeri çok iyi anlaşılmış değil ama o bütün bunlara aldırdmadan, bir mümin inancıyla, bir ağır işçi olarak gönül vermeye devam etmiş. Neredeyse bölgesinden dışarı çıkmamış, dünyayı görmüş değil, ama bütün büyük sanatçılar gibi dünyayı tanrısal bir üst bakışla kavrama yeteneği ile bulunduğu noktada başarabilen biri. Bu nedenle ben size Bach’ın, bu büyüklükteki bir alanın, merkezin, dalga dalga bütün alanları etkilemesini çok doğal sayarak, ancak resimli bir Bach denemesi sunmak istiyorum.

Önce resim-müzik ilişkilerine kısaca değinmeliyim. Belki de bu iki sanatın soyutlamacı nitelikleri onları birleştiren en önemli unsur. Leonardo’nın çok güzel bir sözü var: "Felsefeyi ve doğayı sevmeyen resim sanatını da sevmez" der. Yani imgeleri ve onların ruhunu kavramak anlamına geliyor. Aynı şeyi müzik için de söyleyebiliriz. İki sanat da alan yaratan ve alana yayılabilen yeteneğe sahiptirler. Resim imge yoluyla düşünmeye, müzik ses yoluyla düşünmeye davet eder ve birleştikleri alan belki de felsefedir. İkisinin de resmin müzik kadar yoğun olduğu bir ülkeden çıkması ilginçtir. İkisi de içiçe verimlerini çoğaltarak İtalyadaki büyük Rönesans değerlerini oluşturmuşlardır.

Barok, Portekizce bozuk-inci, şekilsiz inci anlamına geliyor. Aşırı üslubunu, aşırı dramatizasyonunu, parçacılık, teşhircilik, bir anlamda yermek ve küçültmek için kullanılmış olabilir ama bozuk da olsa, çizgi dışı da olsa bir “inci”. Barok eğilimler Rönesansın mükemmeliyetçi, akılcı durgunluğunu yavaş yavaş bireyin iç enerjisiyle alt edilmeye başladığı yüzyıl sonuna rastlar.

Michelangelo'da bu iç enerjiyi görebiliriz. Devinimler, mahşeri bir kıpırtı, cıvıltı, tansiyon. Bireyi tek olarak değil, yazgısal bir örgü içinde, bir cehennemi alana sürükleyen Chapel’ini düşünün Vatikan’daki. Bir Barok ifade Michalengelo ile başlıyor. Tintoretto’da aynı etkiyi görebiliriz. Rönesans sonunun bu iki büyük sanatçısında. Ama Bach’ı etkileyen sanatçı aslında bir önceki yüzyıla ait sanatçı: Leonardo da Vinci. Bach, bir Barok sanatçı olmasına karşılık, Barok’un aşırılıklarından, karşıtlıklarından, aşırı süsünden, detaycılığından ayrılmış ama bu işçiliği sade bir örgü haline dönüştürebilmiş bir müzisyen. Bu alanda üslubu duruluğu, yalınlığı ve mükemmelliyetçiliği açısından Leonardo ile çok daha yakın ilişkisi olduğu düşünülebilir.

Benim Bach’a yakıştırdığım bir ressam da Zurbaran’dır. Zurbaran, keşişlerin sade, içedönük, acılı, adanmış yaşamlarını anlatan, bunu çok hassas bir ayrıntı işçciliği ile yüzeye taşıyabilen bir ressam. Bach’ın resmi ile neredeyse örtüşen bir ifadesi var.

Bunun dışında bir de George de la Tour’un mistik derinliği, alan içinde yarattığı katmanlar, monokrom renk derinliği (teksesin zenginliği gibi).

Sonuncu ressam da bence Vermeer’in kapalı interior’ları içinde, yalnız ve hayatı yarı aralık pencerelerden görmeye çalışan kadın portrelerindeki hüzünle Bach’ın müziği arasındaki büyük paralellik. Bunları Bach’a yaklaştıran plastik ölçü bence ışık, mistik ışık. Eşyaları kuşatan, derinleştiren, ayrıntılarını parlatan, can alıcı noktalarına dokunup geçen, seçmeci bir ışık anlayışı, Bach’ın müzik atmosferindeki müziği kavrayışında aynı seçkinlik ve işçilik izlenebiliyor.

Şimdi Bach’ı resimsel olarak tanımlama denemesine girmek istiyorum...

Örneğin Bach kompozisyon olarak, görsel bir kompozisyon şeması olarak nedir? Bence Gotik ve Rönesans’ın dikey ses anlayışına karşıt olarak oluşturduğu dünyaya ve yaşama yayılan yatay kesitler ve bunlardan oluşan sembolik, mistik anlam, yani bence bir haç kompozisyonu. Hem bir verim ustası, hem bir Hristiyan olarak kalıcı tek özelliği bu "kross"ta sembolleştiğini söyleyebiliriz. Bu açıdan Bach’ın bütün eserlerini ben dini eser olarak yorumluyorum. Müthiş bir vecd hali, müthiş bir inanmışlık ve adanmışlık, müthiş bir iç alan yaratma yeteneği.

Espas olarak baktığımızda, yine bir resimsel değer olarak, gotik ile rönesansta boşlukta asılı duran seslerin Bach’ın müziğinde boşlukla elele vererek, birleşerek anlamlı cümleler halinde yer düzlemine yayıldığını ve kendi alanlarını, kendi mimarilerini yarattığını söyleyebiliriz. Dağınık ve ruhani seslerin, Bach’ın müziğinde anlamlı cümleler halinde yukardan aşağıya süzülüp bir alan oluşturduklarından sözetmek mümkün.


Bach’ın mimari anlatımı, sesleri ana kitleyi inkar etmeden, onun yüzeyini bir eldiven gibi saran, bir gözenek ayrıntıcılığı içinde, ana kitleyi bir tekstür gibi saran organik alanlar. Ana parçayı, parçalar redetmez, ona karşı gelmez, mücadele etmez. Barok müziğindeki karşıtlıkların bir gerilim alanı yaratmaktan çok bir huzur alanı oluşturduğunu görüyoruz.

Renk olarak baktığımızda Bach’ın renk dünyasını tevekkül halinde mistik bir gri içine yerleşmiş binlerce renk parıltısından oluşan bir dünya olarak tanımlayabiliriz.

Kontrast konusunda bütün parçayla savaşmaz. Parçalar bir Doğu mistisizminin, bütüne aşkı ile bütünleşmek enerjisi içinde hareket ettiğini görürüz.

Bence tekstürel anlamda da, parça bütün ilişkisinde de Doğulu bir mistik bir tavrı olduğundan söz etmek mümkün. Ayrıntıcı ve parçalayıcı Barok ifadenin dışında bütünü kuşatan incelikli bir doku işçiliği olduğu söylenebilir.

Bach için bir fresko ressamı demek de zor değil. Yatay bir düzlemdeki ifadesi pastel renkli bir anlatımdır ve insanın benliğini, tanrı ile ilişkisini kavrama süreci içersinde bu yolu belirleyen bir yatay arayış sistemi gibi tecelli eden müzik şeması.

Bach’ın bir ayna, bütün zamanları emen, içinde sürdüren, sonradan geleceğe yansıtan geniş bir ayna olduğundan sözedilebilir.

Leonardo ile Bach ilişkisine değinmiştim. Italyanca'da "Sfumato" diye puslandırma anlamında bir sözcük vardır. Leonardo, açık ve koyunun, ışık ve gölgenin birbirlerine karşıt değil, tamamlayan unsurları olduğunu iddia ederdi. Belli bir işçilikle buluşturarak, biçimleri etrafında hassas puslu bir alan yartırdı. Aydınlıkla karanlığı birleştiren yönüyle iyi bir "sfumato" sanatçısı.

Pentimento (pişmanlık) ressamı. Yani sanatçı tuval üstüne çizdiği bir şeyi beğenmeyip üzerine yeniden boya çekiyor, onu da beğenmiyor, yeniden çalışıyor, yeniden kapatıyor... Fakat bu katlar zamanla yağlıboyanın şeffaflaşmasıyla yavaş yavaş alttan yüzeye doğru kendini belli etmeye başlıyor. Buna sanatçının pişman olup üstünü boyamasından hareketle "pentimento efekti" deniyor. Bach’ın müziğinde de bir pentimento efekti görüyoruz. Geçmiş zamanın bütün katları saydam bir şekilde, incelikli bir biçimde yüzeye vururlar.

Bach’ın çağına ne kadar yakışan bir sanatçı olduğunu anlatabilmek için Tarkovski’nin (Vasiyet) filmi Kurban’dan söz etmek isterim. “Kurban”da Tarkovski, Leonardo resmi ile Bach’ın müziğini yanyana kullanır. "Kralların Secdesi" tablosu Kurban’ın açılış resmidir. Oradaki bir ağaç resminin ögütten oluşur film. O ağacın sulanması ve yeşermesi üstüne. Bach hiç dokunulmadan bile, çağdaş bir yapıtın içinde aynı duyguları yaşayan, aynı duygularla birbiriyle akraba olan sanatçılar, çağdaş yapıtlara da ne ölçüde yakışabilir. Sineması adeta bir fresko içinde cereyan ederken filminin bütün ritmini, temposunu, gizemini anlatırken Bach’ın müziğinden olağanüstü bir biçimde yararlanıyor. Bach bu çağda bir sanatçıya da yüzyıllar öncesinden olağan üstü bir güçle omuz veriyor.

İLYASOĞLU: Şimdi Sayın Balkan Naci, Bach’ı çok ruhani yönüyle, mistik bir besteci olarak daha ziyade ele aldı. Tabii ki müthiş bir mürid Bach. Ama onun öylesine dünyaya bağlı yapıtları da var ki, örneğin hiç opera bestelememiş ama bazı kantatları tıpkı birer opera gibi ve o zamanda bestelenen bir takım opera denemelerinden kat kat üstün. Onların içinde kullandığı o dünyasal yaşama coşkusu, belki yine tanrısal güçten aldığı yaşama coşkusu son derece dramatik olarak dile geliyor. Örneğin "Kahve Kantatı"nda dramatik hatta "satirik" yönler var. "Düğün Kantatları"nda öylesine coşkuludur ki, dans etmek gelir içinizden.
Şimdi sözü aramızdaki en müzikçi Sayın Aydın Esen’e vereyim. Sabahleyin La Petit Bande’ın kurucusu Kuijken ile konuşuyorduk. "Bach’ı istediğiniz ortama uyarlayın ama kendi egonuzu kullanmadan, eserin yaratıldığı ana en bağlı şekliyle ortaya koymalısınız. Bach müzelik değildir, tabii uyarlanır başka ortamlara" diyordu. Siz bu durumu nasıl karşılıyorsunuz?
Siz klasik müzikten yetişmiş, sonra da akademik olarak caz eğitimi almış bir besteci ve yorumcusunuz. Dolayısı ile klasik müzikteki Bach’ı da tanıdınız, bugüne ulaşan Bach’ı da izliyorsunuz herhalde. Bach artık kendi kalıplarının dışına çıkıp çeşitli sanatçılar tarfından caz ve hafif müziğe uyarlanıyor. Sizi klasik algılamaların dışında bir yoruma davet edelim.

AYDIN ESEN

Güzel şeyler söylendi, bilmediğimiz yönler ortaya çıktı. Bilgimizi tazeliyoruz. Bach hakkında konuşmak çok büyük bir olay.

En önemlisi müzik yazmak. Ben ufak yaşlardan beri müzik yazıyorum. Bach benim için ağabeyimden babamdan daha yakın olmuş bir insan. Bach bunlardan biri, hepsi değil tabii ki. Çok net bir kişilik. Müzik açısından etrafındaki değerleri bilip bilmediği tartışılır. Iletişim açısından dünya ile çok ilgisi yok gibi, biliyoruz ama Bach ve ondan evvelkiler biliyorlardı bir eser çalındığı zaman. Bayağı dengeli başarılı işler yaptılar. İnsanların çok çok zamanını alan bir besteci. Bir mezur’ünün bile saatler alabildiği. Ben de bazen altı yıl zamanımı alan, bir buçuk saniyelik bir mezur yazıyorum.

Bach’ı çok çok dinlemek gerekir onu sevmek için.

Müzikal detaylar açısından işçilik, konseptin oturuşu ve ondan sonra gelenlerin bunu taşıyışı. Dini tarafına fazla dokunamıyacağım. Birçok değerverdiğimiz besteciler bu tarz eserler yazıp üst düzeylere geldiler. Müzik ve politika olayı o zaman da vardı. Şimdi de var. Olayların detayları. İnanmış bir kişi ama olay onunla da bitmiyor. Bach’ın yaptığı iş 250 sene gibi bir zaman geçti. Onu düşününce "olmuş mu o kadar"? diyorsunuz. Aklıma geliyor ama inanamıyor insan. O bizden hiç uzaklaşmadı. Ben her gün Bach dinleyenlerden değilim ama Bach yakınlarda bir yerlerde yaşıyor. Son 250 yıldır bir sürü tarzlar çıktı. Bach hafif müziğe ve caz’a nasıl etki etti, bilmiyorum. Ben Bach çalarak büyüdüm. Bach olsun diye Bach çalmam. O zaten hep vardır oralarda bir yerlerde. Bazı parçalarını alıp veya belirli bir yerlerini alıp kullandığımı hatırlamıyorum. Çok değerli besteciler Bach’tan sonra onu yeniden ele alıp işlediler. Stravinski’yi nasıl meşgul etti Bach! Berio, Boulez, Anton Webern... Schönberg de Berg de çok şeyler yaptı. Webern çok daha kompleks bir yazı stiline sahip. Bach’ı anlaması zor da olsa sevebiliriz. Zevk vermesi. Tınının zevk vermesi. İşin detayları özeldir. Bir besteci eserini yazarken biliyorsunuz detaylarla uğraşıyor. Müzik 250 yıl sonra.Yalnız müzik değil sanatın her üretici dalında detaylarla uğraşıyorsunuz. Bu tip konuşmaları arıyor insanlar. Paylaşmak, durumların nerelerde olduğu. Son 40-50 senedir cazın, popun çıkışı bazı müziklerin klasiğe benzeyişi, kaba tabiri ile alıntılar yapılması... derken insanlar bir sürü değişik müziklerde biraraya gelme şansını elde ettiler. Bunun ne kadarı şans, ne kadarı değil, tartışılacaktır.

Bach’ın belki direkt etkileri yoktur popta rockda veya jazz’da. Fakat "indirekt" olarak bir müzisyen bu dallarda da Bach-Mozart ve Beethoven’in varlıklarını bilebiliyor. O dalda çalışmıyorsa bile inceleyebiliyor. Ben buna çok seviniyorum. Günümüzü anlamak çok güzel ama geçmişi de unutmayalım diyoruz. Bu büyük değerler bize hep bir yerlerden sesleniyorlar. Çağımızı anlamamız gerektiğini her zaman söyledim.

Bach çalarken aynı anda diğer çağımızda yaşayan kompozitörleri kaçak olarak çalışırdık. Yasaktı ötekileri çalmak. Okullarım, hocalarım çok büyük değerlerdi ama kendine düşen görevi kendi yapıyor insan. Zamanın çoğunu Bach dinleyerek geçirmenin karşısında dururum. O kadar çok şey var ki daha dinlenecek. Bach kadar, Mozart, Beethoven kadar Cesar Franck, Stravinski, Boulez, Berlioz dinlemek de o kadar önemli.

Bazan şöyle sorularla karşılaşabiliyoruz. Çok zor sorular bunlar: “Müziğin zevk almak için mi yoksa müzik için mi olsun” diye mi yapıldığı tartışılmakta her zaman. En önemlisi sevmek bence. Bach’ın etkileri çok, gerçekten çok derin. Ve onun gibilerinin. Benim için Bach her zaman içerlerimde biryerlerde ama onun müziğini bir prodüksiyon olarak kendi müziğimle birleştirmeyi düşünmedim.

Aklıma gelenler bunlar.

İLYASOĞLU. Bütün konuşmacılara çok teşekkür ederiz.

Salı, Haziran 13, 2006

"O YAZIYI KAZIYIN"!

Bugünkü Hürriyet'ten:

"Bodrum Kalesi Sualtı Arkeoloji Müzesi’ndeki zindanın girişinde bulunan 'tanrının bulunmadığı yer’ yazısının kazınması için Kültür Bakanlığı talimat verdi. Müze yönetimi İngilizce ve Türkçe tabelayı kaldırdı. Kayaya oyulmuş Latince yazının nasıl silineceği araştırılıyor.
İşkencehane olduğu için böyle denmiş:
Dönemin kale komutanı olan Bizans Ordu Komutanı Jacgues Gatineu tarafından 1512-1514 yılları arasında yaptırılan yer Saint Jean Şövalyeleri tarafından uzun yıllar işkencehane ve zindan olarak kullanılmış. Girişteki yazı oranın işkencehane olduğunu vurgulamak için yazılmış. Zindan 5 Ocak 1523’te kalenin Osmanlılar’ın ele geçmesiyle duvar örülerek kapatılmış."
* * * *
Bu kazınacaksa iyice bir bakmak lazım, başka yerlerde ve daha yakın zamanlarda yazılmışları var mı diye herhalde...!

Pazartesi, Haziran 12, 2006

TOPKAPI SARAYI EN SONUNDA WEB'DE!

Yıllardır Topkapı Sarayı için verilecek özel bir web adresi yoktu. Bilkent Üniversitesi'nin yaptığı özel sayfalar dışında! Şimdi kendi alan adı altında bir site yayına girdi: http://www.topkapisarayi.gov.tr/
-Laf aramızda- bir tasarım şaheseri olduğu pek söylenemese de hiç yoktan iyi herhalde...

(Topkapı Palace Web Site: English version)

Journal of Communication Studies

Journal of Communication Studies (YEDITEPE UNIVERSITY)

Cumartesi, Haziran 10, 2006

"TANRIM, BANA BİRAZ BAYAĞILIK VER!"

Çöl

Bugünün unutma ikliminde bayağılık, şımarıkça kendi kriterini dayatıyor, bunu onaylayıp normalleştirme işi de coşkun budalalara kalıyor. Geçmişin yapıtlarını kırıp, bozup, tahrip eden bu çeşit unutturmanın, kültürün ölümü demek olduğunu görebilmek gerekiyor. Ama geveze kolektifi içinde yer almanın akıl gücünü ve yeteneği pek iyi tasvir eder sandığı ve her koşulda yetenekli olduğuna inanmış o ruh, geçmişin büyük yapıtlarının bugüne ilişkin bir kültür kriteri olamayacağı düşüncesini alttan alta yürürlüğe sokmanın, hor gördüğü baba evini kırıp döken şımarık çocuk edasından bir farkı olmadığını kavrayabilecek ruhlardan değil. İyi ama bugünün dünyası bir 'kültür üretim alanı’ olarak sadece bu şekilde ölmekte olan bir kültüre mi müsait? Yayınevlerinin, gazetelerin, dergilerin, salonların, sinemaların varlığı, döküp saçan şımarık bir çocuğu beslemeye mi yarıyor yalnız?..

O halde, dünya bir çöl! Bu kültür çölünden, canlı bir dünya manzarası gösterecek olan yeni hayata nasıl kavuşmalı? İmdat aranacak yol neresidir? O yolu bir an evvel bulmalı! Yoksa bu çöl, uzayan bu kavuşma anı, en iyilerin, kendilerine en çok güvenenlerin cesaretini kıracak; kafasında sürekli bir canlı dünya manzarasıyla yaşayıp sürekli bir çöle mecbur kalanlar için Mirabeau’nun yakarışını paylaşmaktan başka bir seçenek kalmayacak yoksa: “Tanrım, bana da biraz bayağılık ver!”
* * * * *
"Kültürün ölümü" başlıklı, Göksel Aymaz imzalı bu yazı Milliyet Sanat'ta yayınlandı. Yazının tamamı için başlığı tıklayabilirsiniz...

Çarşamba, Haziran 07, 2006

ESKİ BİR KUZGUNCUKLU OLARAK BUNU DUYURMAK ZORUNDAYIM!


KUZGUNCUKLULARA ÇAĞRI VAR!...

THEO ANGELOPULOS BİLGİ'DE...

Burada da Radikal'de yayınlanan Röportaj var!

Ceren Nefes yollamış bu bülteni, Angelopulos'u da görünce, hemen buraya koyayım dedim:

YERDEĞİŞTİREN MANZARALAR: AVRUPA BAĞLAMINDA FİLM VE MEDYA

İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi, Yerdeğiştiren Manzaralar: Avrupa Bağlamında Film ve Medya” başlıklı uluslararası konferansa ev sahipliği yapıyor. 16-18 Haziran tarihleri arasında gerçekleşecek etkinliğin onur konuğu ise Yunan yönetmen Theo Angelopulos olacak. Avrupa, İskandinavya, Avustralya ve Amerika’dan katılımcıların biraraya geleceği konferansta, ‘İran Sineması’ adlı kitabıyla tanınan, Columbia Üniversitesi İran Çalışmaları ve Karşılaştırmalı Edebiyat bölümü profesörlerinden Hamid Dabaşi; “Güzelliğin Duyumu, Terör Zamanı ve Bir İmparatorluğun Çift Anlamı” başlıklı bir sunum yapacak. Amsterdam Üniversitesi Medya ve Kültür bölümünden Thomas Elsaesser ve Stockholm Üniversitesi Sinema Çalışmaları bölümünden Jan Olsson’un da birer konuşma yapacağı etkinlikte, 40’a yakın sunum gerçekleşecek.

İlgilenen herkesin katılımına açık olan etkinlikte simultane çeviri hizmeti sağlanacak.
16-17-18 Haziran 2006- 10:00-18:00
İstanbul Bilgi Üniversitesi, Dolapdere Kampüsü BS1, Kurtuluşderesi Caddesi No: 47, Dolapdere

telefon: 0212 311 53 05