Kültür ve sanat ilintili web kaynakları, izlenimler, haberler...
Art and culture resources on the web...
- Avniye TANSUG
Pazartesi, Aralık 20, 2010
Perşembe, Kasım 18, 2010
Hala 2 ("iki") gününüz var!
"Santral İstanbul"da, küratörlüğünü, İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekanı İhsan Bilgin ve Mimari Tasarım Yüksek Lisans Programı akademisyenleri Günkut Akın, Burak Boysan, Sibel Bozdoğan, Murat Güvenç, Tansel Korkmaz ve Eda Yücesoy’un üstlendiği sergi 20 Kasım 2010'da kapanıyor...
Bugün, bol çocuklu, az "eski İstanbullu" ve hemen hemen "hiç turistli" bir ziyaretçi profili ile birlikte gezdiğimiz bu sergi hakkında -örneğin- Hasan Bülent Kahraman'ın yorumu şurada...
Biraz daha yakından bir yorum burada...
En ilginci ise bizim de çok ilgi çekici bulduğumuz "Tünel-Maslak hattı" bölümü ve oradan yola çıkılarak bu çalışma hakkında yapılan şu yorum: "Bu Sergiye Gidin ve ama Daha İyisini Yapmayı Düşünün"!
Aşağıda benim için daha çok anlam taşıyan kimi kareler var...
Cuma, Ekim 08, 2010
Banu Tansuğ / Sergiler / Kültür-Sanat
"İstanbul Pentimento" sergisinde ressama soluk veren şehir, tuvallerin dokusuna işlemiş. Tansuğ’un olgunlukla kullandığı tekniklerin açtığı manevra alanında, Bizans prensesleri sarayın harem kadınlarına, kiliseler camilere, düş gerçeğe dönüşüyor. Mitolojik, kutsal veya sıradan kadınlar... üzerlerindeki katmanların ardında gizemliler.
Koleksiyonun adı İstanbul Pentimento; tuvalde bugün gördüklerimizin altında neler var, henüz fikrimiz bile yok. Ne de olsa İstanbul sonsuz bir pentimento.
BANU TANSUĞ;
Robert Kolej ve Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Y. O. Grafik Sanatlar Bölümü mezunu. Floransa'da staj yaptı, New York School of Visual Arts'da eğitim gördü. Halen çalışmalarını Asmalımescit'teki atölyesinde sürdürmektedir. "Istanbul Pentimento" 12. kişisel resim sergisi.
http://www.banutansug.com/
Pazartesi, Haziran 28, 2010
Cuma, Haziran 25, 2010
BİR "BLOG" - BİR "DERGİ"
Ergun, 6 aydır sürdürdüğü bu çalışmadan yola çıkıp, arkadaşlarıyla birlikte çevrimiçi bir dergi de yaratmış: AJANDA Online Aktüel Dergi...
Çok sıcak, çok yalın, çok sevimli...
Bir "blog", bir "dergi" derken kimbilir daha nerelere uzanacak bu girişim... "Micro-blogging", blog yazarlığını neredeyse unutturacak diye hayıflanırken bir rastlantı sonucu Hande Ergun ve bu işlerle karşılaşmak keyiflendirdi beni çok...
Salı, Mayıs 04, 2010
"KİTAP SEVGİSİ"
Paris’te « Küçük Türkiye » ismini taktığımız « bizim mahallenin » tam ortayerinde Özgül Kitabevi. İşte adresi : 15, rue de L’Echiquier, 75.010, Paris. Kitabevi’nin yönetiminde 1982’den bu yana Paris’te Türkçe ve Türkiye üzerine kitap satmak işini inat mı inat yürüten iki kişi var : Françoise Rastoix ve Rüstem Gücüyener. İnadı soyadından belli Rüstem’in.
23 Nisan 2010 cuma, burada son aylarda yayınlanan,
- Fahri Petek: Bir Hayat, Üç Can
- Söyleşiler : Vir-Gül-Üne Dokunmadan
- Ergani Yürüyor
M. Şehmus Güzel |
Sohbetimiz derinleşmek üzereyken iki genç bayan kitabevine iki lale gibi giriverdi : « Merhaba, biz Plateforme dergisinden geliyoruz. » Paris’te yayın hayatına yeni giren Plateforme ilk sayılarıyla son derece ilgi çeken epey kaliteli ve yararlı bir dergi. Hem haber ve söyleşilere yer veriyor, hem de kimi işletmenin reklamına. İlk sayısında Paris-Saint-Germain futbol takımında hücum oyuncusu Mevlüt Erdinç ile yapılan söyleşi son derece ilginç örneğin : Onun daha çoçukken futbol yeteneklerinin keşfedilmesi ve sonrası, ailesinden ayrıldığı ilk günlerdeki yalnızlığı ve gelişmeler öğretici. İki genç bayan gazeteci kitaplarını imzalayacak olan yazarla yani bendenizle söyleşi yapmak istediklerini söylediler. Kabul ettim. Ayak üstü ve ayak üstünde kısa ama son derece şirin bir söyleşi yaptık. Birçok fotoğraf çektiler. Birkaç kitabı hediye etmemi istediler, olur dedim. Hediye ettiğim ve imzaladığım kitapları derginin bilmece yarışmasında kazanan okuyucularına armağan olarak vereceklerini söylediler. Plafeforme dergisi okuyucularına bu kadar hizmet edebilirsem ne mutlu bana. Genç gazetecilerden Selma Kaya şiir yazmayı ve okumayı sevdiğini söyleyince İkinci Şiirler kitabımdan iki adeti hemen hediye etim. Birini onun için imzaladım. Dergide bir şiir sayfası açmalarının yararlı olacağını söyledim. Çünkü gurbette neredeyse herkes şiir yazıyor, mesele artık onların yayınlanabilmesini sağlamak. Önce gazete ve dergilerde ve sonra mutlaka kitaplarda. Kitap daha kalıcı ne de olsa. Her şey kitapları sevdirmek için.
Demir Önger, Albert Bitran, MŞG, Leyla Güz |
İki genç ve sevimli bayan gazeteci ile söyleşi yaparken gazeteci Saadet Oruç şipşirin kızı Evin ile geldi. Merhabalar gençlik. Hoşgeldin İlkbahar. Evin’in babası Tolga çok uzakta değil. Tolga’nın yanında bir « Antep Gülü » kadar güleç ve bilge, Paris’te « Şişko » Bekir olarak ünlü, lokantacıların en proleteri ve en cömerti, emekli olduğundan beri « rahat dede » rollerinde son derece başarılı dostumuz da onun yanında. Aynı anda Paris Kürt Enstitüsü’nun bilimsel işlerinden sorumlu İNALCO (Doğu Uygarlıkları ve Dilleri Ulusal Enstitüsü) Kürtçe Bölümü sorumlularından artık emekli ve o da rahat ama sürekli çalışkan Joyce Blau da davete katıldı. Joyce, Paris Kürt Enstitüsü’nde, Kardelen Yayınları’nca yeni yayınlanan ve Paris’e henüz ulaşamadığı için bugünkü imza gününde takdim edemediğim Devet-Ulustan Federasyona başlıklı kitabımın tanıtım konferansı ve imzasını Enstitü’de 22 Mayıs 2010’da yapacağımı bildirdiği Vedat Akter’in kendisine yazdığı « Prof. Dr. M. Şehmus Güzel’in konferansına katılmak için Almanya’dan enaz onbeş kişiyle gelirim » cümlesinin bulunduğu iletinin fotokopisini gösteriyor ve bana veriyor...
Başka gelenler oluyor... Kapımız bugün herkese açık. Herkesle tek tek sarılıp öpüşüyorum. Kimini epeydir görmemişim, kimiyle ise daha birkaç gün önce beraber olmuşum. İşte kitap sevgisi ve kitap aşkı bizi yeniden biraraya getirebiliyor. Bu tür toplantıların en önemli özelliği de zaten burada : Buluşmak, biraya gelmek, birkaç saati paylaşmak, birer veya ikişer veya daha fazla bardak bişeyler içmek, bişeyler atıştırmak ve anılarımız arasında gidip gelmek, gidip gelmek. Gidip. Gelmek. Gurbetten sılaya, sıladan gurbete. Ayaklarımız ve vücudumuz burada bu çok belli ama aklımız fikrimiz sılada. Bu her zaman çok belli olmasa bile böyle. Kesin.
Nedim Gürsel-Demir Önger-Albert Bitran-msg-LeylaGüz-Hüseyin Usta-François Georgeon |
Aaaaa yahu kapıdan giren Nedim değil mi ? Eeeeeeevet Nedim. Hani daha iki gün önce bir iletiyle « Şehmus’cuğum kusura bakma davetine katılamayacağım çünkü İstanbul’da olacağım » diye yazan Nedim Gürsel. Oğlum sen İstanbul’da olmayacak mıydın ? Kemkümkemküm... Uçağı mı kalkmamış, gitmekten mi vazgeçmiş, pek anlaşılamadı, ama önemli değil, çünkü o an ve o kadar insan içinde nedenini, niçinini, nasılını soracak, araştıracak, derinleştirecek ne zaman, ne niyet, ne de istek var. Nedim hemen kitaplara bakmaya başladı. Benimkilere değil. Raflarda olanlara. Nedenini birazdan anlayacağız. Söyleşiler : Vir-Gül-Üne Dokunmadan isimli kitabımda Nedim’le yaptığım söyleşi yer aldığı için onu davet etmem son derece doğal. Bu kitapta söyleşilerine yer verdiklerimden hayatta olanların tümünü davet ettim ve Paris’te olanlardan bir tek Nedim teşrif etti. Kadim dost ve sıkı şair Halil Uysal, bir iletiyle Türkiye’de olduğunu bu yüzden gelemeyeceğini bildirdi ve başarılar diledi. Diğerlerinden ses çıkmadı. Can sağolsun. Ben görevimi yaptım...
Bidakka abiler yeni gelenler var :
İşte Leyla Güz, şirinlikleri içinde. İşte François Georgeon, Fransa’daki türkologlardan en sıkı, en vefalı dost, bir kadim dostum daha : Bir parça hüzünlü, çünkü birkaç günden beri hepimiz Altan Gökalp’in yasını taşıyoruz. Ama François hüznün ve üzüntünün daha fazlasını taşıyor. Çünkü Altan’ın en yakın dostlarından biriydi. François sanki ağabeyini yitirmiş gibi. Altan herkesin, hepimizin dostuydu ama François gibi has insanların daha çok dostuydu... François’nın anlattığı gibi, Altan, Fransa’da « türkoloji » dalında Bazin’ler, Roux’lar, Boratav’lar ve Hamilton’larla hemen onlardan sonra gelen kuşak arasındaki en iyi, en hoşgürülü, en eşitlikçi, kardeş köprüsünü ayrı gayri gütmeden kuran insandı. Altan’ın editörlüğünü üstlendiği ve Maisonneuve Larose Yayınevi tarafınan 1986’da yayınlanan La Turquie en Transition başlıklı kitaba katkısını sunanlar arasında François ve bendeniz de vardık ve bu vesileyle Altan’ı en bilge yönleriyle biraz daha yakından tanımak olanağı da bulmuştuk. Altan hoş adamdı. Abidin Dino’nun sanki kardeşi, Yaşar Kemal’in çok yakın arkadaşı ve çevirmeni. Zülfü Livaneli’nin iyi dostu.
Derken Paris’teki gazeteciler arasında en kıdemlilerden, en acarlardan ve en hazırvenazırlardan Tansu Sarıtay ile Anadou Kültür Merkezi Başkanı kardiyolog doktor Demir F. Önger geldiler. Çok sevindim : Her ikisi de hem son derece efendi ve seçkin dostlardan oldukları için, hem de Tansu’nun ve Demir’in neredeyse hiçbir imza ve tanıtım toplantımı kaçırmamalarıyla gösterdikleri vefa, yakınlık ve ilgi nedeniyle. Dostluğun en iyi göstergelerinden biri de mutlaka vefadır diyorum kendi kendime. İkisi de Paris’teki « Türkiye Gezegeninin » en önemli temsilcilerindedir aynı zamanda. Evet saçlarımıza, sakalımıza ve hatta bıyığımıza (bunlar Demir ve benim için geçerli, Tansu son birkaç yıldır en iyisinden Yul Brynner’leri oynuyor Paris « sahnelerinde ») ak veya kır, kır veya ak, artık nasıl isterseniz öyle, düşmüş de olsa yılların dostluğunun ilk zamanlardaki canlılığıyla sürmesi çok hoş. Demir’le Melih Aşık’ı konuştuk. Çünkü bu iki kıymetli dost İstanbul’da Saint-Benoit Lisesi’nde birlikte dirsek çürüttüler. Melih’in Kasım 2004’teki son Paris seferinde ise hafızalarda kalan sıkı ve yakın çekim şarabı kuvvetli bir akşam yemeği ve sırasındaki dönüşümlü hatıratı yoğun fasıl var : O iki dost anlattı ben dinledim. Onlar anılarını davet ettiler, ben dinledim. Onlarla birlikte 1950’lerin sonundaki İstanbul’a geziler düzenledik : Seine Nehri kıyılarından. Boğaziçi duymuştur mutlaka bizi. Heyyyy « allı morlu takalar » ! Bu akşamki sohbetimizde ise şöyle bir soru aklımıza takıldı : « Melih Aşık Cebeci Erkekler Hamamı’nı anlatabilir mi ? » Bunun altında herhangi bir çapanoğlu aramayın lütfen, son derece bilimsel bir çalışma için soruldu soru, yanıtını ise ancak Melih verebilir. Soruyu ona bizzat sormak görevini de Demir üstlendi... Bana kalırsa anlatabilir.
Tansu Sarıtaylı aralıksız makinalı tüfek yok canım fotoğraf atışı yaptı. O kadar kısa sürede o kadar çok fotoğraf çekmek yetisi bir onda vardır bir de İbrahim Öğretmen’de. İbo bu gece mazeretli olduğu için yerini yedek oyunculardan Mustafa Sevgi dolduruyor. Mustafa da iyi oynuyor, özellikle sol kanattan iyi akıyor. Bu ikisinin çektiği fotoğraflar mutlaka bana ulaşmalı ve sizlerle paylaşmalıyım. Tansu’nun hodrimeydan.net isimli sitesini mutlaka ziyaret etmelisiniz : Paris’teki « Türkiye Gezegeni » haberlerini yakından izlemek için ilaç.
Gazeteci görmek istiyorsan gazeteciden söz et : İşte tam bu sırada Sabetay Varol yanında sevgili eşi Marie-Christine ile, ve herbirinin elinde birer dondurma, giriverdiler kitabevine : Gel de şaşma : Tamam havalar biraz ısındı ama yaz da henüz gelmiş değil. Sefalar getirdiler. Sabetay Milliyet gazetesinin Paris muhabiridir son yıllarda. Daha öncesi de var. O da Paris’teki gazetecilerimiz arasında en kıdemlilerden biridir. Hiç belli olmaz bakarsınız şık elbisesinin şık çeketinin ceplerinden birinden pırıl bir fotoğraf makinası çıkarıverir ve basar tetiğe. Ya teslim olursunuz ya vurulursunuz. Elbisesine veya fotoğraf makinasına. Tevatürdür belki ama fotoğraf makinasını Mari-Christine’in hediye ettiği ve elbisesini ise « Küçük Türkiye »deki en iyi terzilerden birine diktirdiği... O kadar sordum adresini bir türlü vermek istemedi : « Yaaaa işte şurdaki terzi » ile yetindi. Sabetay’ın sohbeti çok iyidir. Hoş sohbettir tanımlamasına en iyi örnek odur kesinlikle. Bilhassa dostlar arasında ve dostlar sofrasında. Anlattıkları hep renklidir ve panoramiktir. Neresinden bakarsanız bakın anlatılan sanki sadece size anlatılıyor sanırsınız. Bunda yönetmen hatası yoktur. Sabetay çünkü cümlelerini iyi kurar, virgülü, noktayı yerinde kullanır ve üç noktaların arasındaki mesafeyi çok iyi ayarlar. Kuyumcusudur sözcüklerinin, cümle ve cümleciklerinin... Anlatmakla bitmez.
Bir de Hüseyin Ustamız var : « Gemlik Restaurant »ın sahibi, aşçıbaşı, yöneticisi, güleryüzü. Özlediğimiz ev yemeklerinin Paris’teki tek ve şaşmaz adresi : Sarmalar, dolmalar, Dersim işi kaburga, haşlama, en iyisinden kuru fasulya, pirinç pilavı, bulgur pilavının hası, tas kebab, ızgara köfte, musakka, cumaları her türlüsünden balık, piyaz, kuzu pirzola, patates kızartma, arnavut ciğeri, kadayıf, baklava ve sütlaç. Ve daha pek çok yemek. Ve her yemege ilave olarak ev işi yoğurt. Ve kaçınılmaz olarak çayla noktalamalı yemeği. En gelenekselinden ve en iyisinden esnaf lokantası. Sadece öğlenleri açık. Esnaf ve proleteryanın ve emekçilerin ve emeklilerin buluştuğu yemekhane. Mahallenin gözü açık ve kulağı delik Fransızlarının ikinci adresi. Hüseyin Usta bu lokantayı, bu şirin ve « maile » aşevini yıllardır yönetiyor : Eşi ve yardımcısı ve Müslüm ile. Onsuz ne yapardık bilemiyorum : Herhalde şunu : İyi bir kuru fasulya pilav yemek özlemi bastırınca ilk uçağa atlayıp soluğu Kadıköy’de alırdık. Sadece ben değil : Tansu, Sabetay, Tunç, Hayri, Sarkis, Selahaddin, Ali, Ramo, Hogir, Ahmet, Avignonlu Hasan Hüseyin, Lütfü ve daha pek çok arkadaş. Hüseyin Usta iyi dost, imza ve tanıtım toplantılarımın hiç birini kaçırmıyor, kitap okumaya meraklı. Hüseyin için eşi ve çocuklarıyla ailesi var, lokantası var, bir de Beşiktaş var. Pazartesi öğlen yemeklerinde geçen zaman en iyisinden bir spor gazetesi olarak ta okunabilir icabında « Gemlik »te. Yapılan yorumları duysanız hayran olursunuz. Yurttaşlarımızın her biri iyi bir futbol uzmanı oldu zaman içinde zamanla top oynayarak. İşte bu takımın eni iyi oyuncularından Hüseyin Usta artık daha çok kitap okuyor. Bir, iki, üç, belki daha çok dünya var kitaplarda çünkü. Dört çocuk babasıdır bu genç yaşında ve çocuk yetiştirmenin nasıl önemli bir görev olduğunu da çok iyi bilir. Kitabımı dördüncü çocuğu Arda için imzalatması da boşuna değil. Arda belki bizden sonra en iyi futbol oynayacak pardon sayın seyirciler en iyi kitap yazacak çocuğumuz olacak...
Kalabalık arasında iki göz bir yüz dikkatimi çekiyor : Ayol bu Albert Bitran, başkası değil. Kalkıp boynuna sarılıyorum. Paris’te en çok tanınan ama ülkesinde henüz yeterince tanınmayan en iyi ressamlarımızdan Albert Bitran’dır bu, evet. Öyle kolay kolay çıkaramazsınız atölyesinden. Ne büyük dostluk taaaa oradan buraya kadar gelmesi ve merhaba demesi. Onu Kitabevi’nde benden başka tanıyan da yok. Yanıbaşımdaki herkesle tanıştırıyorum. Demir F. Önger çok yakın ve dostca ilgi gösteriyor : Kimbilir belki Anadolu Kültür Merkezi’nde de bir sergi açar Albert. Tansu kaçırmıyor fırsatı ve basıyor deklanşöre. Çünkü Albert Bitran öyle sık sık piyasaya çıkan ve kendini gösteren bir sanatçı değil. Kendi köşesinde özenle, sıkı ve uzun boylu çalışan, üreten, yaratan usta ressamdır. Abidin Dino’nun kadim dostu. Birlikte Fransa’da ve dışında yaptıkları sergileri, gezileri Albert bana anlattı ben de Abidin Dino isimli üç ciltlik ömür törpüsü çalışmamda sizlere anlattım. Albert’in evliliğinde tanığı Abidin’dir. Fotoğrafıyla ispatlı. Albert bana dönüp ve « Seni anlatan kitapların ve şiirlerin hangileri ? Bana onlar lazım » deyiverince Ergani Yürüyor ve İkinci Şiirler isimli kitaplarımı takdim ettim. Hemen aldı. Geçen zamana nanik, Albert Bitran formda : « Daha bu sabah tenis oynadım yahu ! » diyor ya. Allbert Bitran’ın birkaç sergisi bugünlerde aynı anda Paris’te değişik mekanlarda sürüyor. La Gazette de l’Hôtel Drouot gibi en önemli sanat dergilerinde epey uzunca söyleşileri yayınlandı son günlerde. Meraklılarına duyurulur. Google Baba’nın kapısını lütfen tıklatın : Açıl susam açıl ! Açılsın Albert Bitran sayfaları. Tanınsın ülkesinde. Bu umut bizim...
Zaman geçiyor mu ? Geçti mi ? Saat kaç acaba ? Gençlik saati çalmış olmalı : İşte gençler geliyor : Françoise’ın yeğenleri, genç öğrenciler... Onur Sinan geliyor. Elisabeth geliyor. Stéphane geliyor. Françoise geliyor. Giselle geliyor... Gökşin Sipahioğlu gelemiyor : Onun da mazereti var. Mazeretli listesi epey uzun. Birkaçının daha ismini saymalıyım :
Handan Börütecene, Ülkü Gündoğdu, Alper Yalman, Hüseyin Narlı, Cengiz Özkan, Didier Billion, Kenan Öztürk, Yurdagül Akçansoy, Melih Aşık, Uğur Hüküm, Anahid Şamikyan, Anjel Dikme, Nesimi Yaman, Alev Ebüzziya-Siesbye, Jak Şalom, Remzi Raşa, Sarkis Çelik, Şeref Yıldız, Müslüm Üzülmez, Onay Akbaş, Hamit Bozarslan, Ody Saban, Raffi Hermonn, Murat Tellioğlu, Habib Hamza Erdem, Kerem Önen, François Féret, Colette, Elisabeth Longuenesse, Şenol Yazıcı, Mersinli Mustafa Y. Yalçıner. Herkesin mazereti farklı. Kimi Türkiye’de. Kimi Almanya’da. Kimi dinlencede. Kiminin ufak tefek sağlık sorunu var. Hepsi velilerinden birer tezkere gönderdiği için mazeretleri kabul edildi. Bir dahaki sefere onları da aramızda görmekten mutlu olacağımız kesin. Yazılıdır.
Gelemeyenleri düşünmeye zaman yok. Gelenlerle ilgenmeli. İşte Gülay Dincer. Tanışmamız lazım. Çünkü Mustafa Y. Yalçıner’den ve Aydıncık’tan selam getirmiş. Ortak dostlarımız da var : Biri yanımızda zaten : Bu Sezai Atıcı’dır. Sezai deyince hep Ramazan aklıma geliyor. Ramazan ayı değil. Ramazan isimli delikanlı. Hani o 1980’li yılların başındaki toplantılarda en sakin delikanlı var ya işte o. Sezai de onu çok iyi tanıyor. O Ramo olarak ortak hafızamızda ve toplumsal tarihimizde yerini aldı. Bize anıları kaldı. Bu da yeter. İşte Sezai ve Gülay ile geçmişi ve Ramazan’ı konuşuyoruz. Gülüşerek, kimi zaman heyecanlanarak. Melankoli dalgaları mı bu dalgalar ? Güzel şeyler anlatılıyor yine de. Güzel ve kalıcı olan şeyler. Ah bir de o güzelim gençliğimiz, o fidan boylu gençliklerimiz bizlerle ve bizimle kalabilseydi ah ! Ah ulan ah !
« Chimera-Yakamoz » Restaurant’ın kurucusu, yöneticisi, herşeyi Malike Hanım da aramıza katılıyor. Bir parça sohbet edebiliyoruz sadece. Çünkü lokantasının akşam hizmeti başlayacağı için fazla zamanı yok. Ama olsun : Uğrayarak ve iki satırla hal hatır sorarak, iyi, kalıcı ve yakın dostumuz olduğunu bir kez daha vurgulamakla sevindirdi. Sağolsun. Varolsun.
Tarih bizi bırakmıyor. Bir ara kitaplarımı imzaladığım, dostlarımla oturup iki satır lafladığım masanın etrafında Leyla, Nedim ve ben başbaşa kalıyoruz. 1970’lerin Paris’i hücuma geçiyor. Sorbonne dersliklerindeki toplantılarımız sesleniyor... Bunu duyan Onur Sinan da yaklaşıyor. O ayakta kalıyor, her an yeni bir atılıma hazır, biz üçümüz oturak. Nedim’in « uğramak » için değil « oturmak » için geldiği de böylece belli oldu : İlk gelenlerden olmasına rağmen, kendisiyle aynı anlarda gelen veya kendisinden sonra gelen herkesin gitmesine karşın o hâlâ bizimle. İşte Nedim, solumda, bir parça arkada oturuyor ve sözü alıyor, anlatıyor ve sözünü şu sıralarda hazırlamakta olduğu « romanı »na getiriyor : « Kahramanım Doğu Berlin’de yaşayan bir TKP (Türkiye Komünist Partisi) militanı veya üyesi, kısaca bir TKP’li olacak, Nâzım Hikmet’i Stasi’ye ihbar edecek. Şehmus senin TKP konusunda bilgilerin olduğunu biliyorum. Sence 1945’te veya hemen savaş sonrasında Doğu Berlin’de yaşayan veya bulunan TKP’li bir kahraman inandırıcı olabilir mi ? » Düşünüyorum. O yıllarda yurtdışında yaşayan ve kendilerini TKP’li olarak ilan eden veya daha sonraki yıllarda yayınladıkları anılarında bunu açıklayanları düşünüyorum. Sayıları oldukca sınırlı ve o anda aklıma gelenlerin hiçbirinin o dönemde Doğu Berlin’de olması bana mümkün görünmüyor. Ama yine de orada hangi sıfatla bulunacağı önemli diyorum. Nedim bu konuda henüz açık ve kesin bir karara varmış değil. Asker olarak mı bulunacak orada ? Öylesi mümkün görünmüyor. Çünkü o yıllarda yurtdışındaki TKP’lilerin hiçbirinin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde (SSCB) askerlik yaptığına ilişkin herhangi bir şey okumadım. Başka tür bir görevle orada bulunması olası mı ? Nedim’in bu meseleyi araştırması ve açıklığa kavuşturması lazım. Nedim « romanının » henüz hazırlık aşamasının ilk basamaklarını çıkıyor gibi. Bu vesileyle bana daha bir dizi soru soruyor, anlatıyor, dinliyor, dikkatli : Örneğin « Beni TKP’nin ve TKP’lilerin yurtdışındaki yaşamı ve yaşadıkları ilgilendiriyor » diyor... Şöyle böyle bir yarım saat kadar veya biraz daha fazla bir zaman konuşturuyor beni. Nedim’in TKP tarihine ilişkin bütün kitapları henüz okumadığını anlayınca ona şu kitapları okumasını, ama birinci satırından sonuncu satırına kadar okumasını, öneriyorum :
Şeref Yıldız : 1960’lardan 1990’a Fırtınada Yürüyüş, TÜSTAV, « Sarı Defter » dizisi, İstanbul, 2008. Çocukluk ve ilkgençlik arkadaşım ve « Erganili ilk komünist » olarak ta nitelenen Şeref Yıldız’ın TKP yönetimindeki sorumluluklarını ve yurtdışında yaptıklarını kısaca özetliyorum. Şeref’in kitabının büromdaki masalardan birinin üstünde her gün benimle bakıştığını ve bu iyi yazılmış kitabı tanıtıcı bir şey yazmayı birkaç aydır düşündüğümü ama maalesef zaman darlığından bir türlü gerçekleştiremediğimi de ekliyorum. Şeref’in Ergani Yürüyor kitabında anlattığım gösteri ve yürüyüşte hazırlık aşamasından sonuna kadar yer aldığını ve kitaptaki fotoğraflardaki gençlik halini de gösteriyorum.
Metin Gür : Diyardan Diyara TKP'nin Avrupa Yılları, Günizi Yayıncılık, İstanbul, 2002. Bu kitap TKP’nin Avrupa’daki faaliyetlerinin birçok yönünü en iyi biçimde yansıtan bir çalışma olarak dikkat çekiyor. Metin Gür, Almanya’nın değişik yörelerinden TKP saflarına katılanları ve TKP yönetiminin tavrını, ilgisini ve sonraki gelişmeleri aktarıyor. Bilhassa Anjel Açıkgöz’le yaptığı söyleşilerle konularını zenginleştiriyor.
Hayk Açıkgöz : Anadolulu Bir Ermeni Komünistin Hayatından Anılar, Belge Yayınları, İstanbul, 2002. Anjel Açıkgöz’ün eşi ve inanmış komünistlerden Hayk’ın Leipzig’deki TKP’liler, TKP ve Nâzım’a ilişkin anılarının zenginliğini ve dürüstlüğünü vurguluyorum.
Erden Akbulut (Hazırlayan ve sunan) : Bizim Radyoda Nâzım Hikmet, TÜSTAV Yayınları, İstanbul, 2002. Nedim bu kitabı edindiğini söylüyor. O zaman ona şu kitabı da öneriyorum :
Erden Akbulut : TKP MK Dış Bürosu 1962 Konferansı, TÜSTAV Yayınları, İstanbul, 2002. Erden Akbulut’un Nedim gibi ama ondan epey sonra Galatasaray Lisesi’ni bitirdiğini ve TKP ve Türkiye’de solun tarihi konularında uzman olduğunu ve TÜSTAV Arşivi’nde TKP’ye ilişkin epey belge ve bilgi bulunduğunu, bunlara bakması için Erden Akbulut’un kendisine yardımcı olabileceğini, İstanbul’a gidince onu aramasını öneriyorum. Nedim bunun üzerine « Mayısta gideceğim o zaman ararım » diyor.
Sohbetimiz sürüyor Nedim’in kahramanını yaratması konusunda Gün Benderli’nin şu kitabını da öneriyorum : Su Başında Durmuşuz, Belge yayınları, İstanbul, 2003. Gün Benderli’nin TKP çevresinde Gün Togay olarak tanındığını ve Necil Togay’ın eşi olduğunu anlatıyorum. Gün ve Necil Togay ile Yılmaz üçlüsünün Nedim’in yaratmak istediği « kahramanı » için ilginç veriler ilham edebileceğini de ekliyorum. Nedim’in Gün Hanım’ı ve eşini tanımadığını, TKP’nin genç militanlarının 1950’de, hemen öncesinde ve hemen sonrasında Paris’teki serüvenlerinden ve hele İdéal Hôtel’deki yaşantılarından habersiz olduğunu anlayınca ona bu konularda kimi bilgileri aktarıyorum ve daha çok bilgi için Sevim Belli’nin şu kitabını okumasını tavsiye ediyorum :
Sevim Belli : Boşuna mı Çiğnedik, Cadde Yayınları, İstanbul, 2006. Sevim Belli’nin o zamanki ismiyle Sevim Tarı’nın Paris’ten İstanbul’a gitmesini ve Ekim 1951’de Fransa’ya dönmek için Galata’da vapura binmek üzereyken üzerinde TKP’ye ait belgelerle yakalanmasının ayrıntılarını, bunun üzerine başlayan TKP tutuklamalarını da aktarıyorum. Bu vesileyle Ulvi Uraz ve eşinin Paris’te Sevim Belli ve Gün Togay ile TKP « hücresi » faaliyetlerini ve 1951’deki tutuklamalarda Ulvi Uraz ve eşinin nasıl « su koyverdiğini », yani Türkçesiyle nasıl çözüldüğünü de. Bu konular için Aclan Sayılgan’ın şu kitaplarını öneriyorum :
Aclan Sayılgan : Türkiye'de Sol Hareketler (1871-1972), Hareket Yayınları, İstanbul, birinci bası : 1968, ikinci bası :1972.
Aclan Sayılgan : Tutuklama, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1974. Bu kitapta son derece kolayca deşifre edilebilen güya takma adlarla andığı bütün TKP’lilere kin ve küfür kusan Aclan Sayılgan’ın yazdıkları polis bakış açısıyla meseleyi aktarması açısından epey ilginç.
Nedim « Bu kitaplar piyasada bulunuyor mu ? » diye sorunca evet bulunuyor diyorum ve bilhassa Sevim Hanım’ın kitabının çok hacimli olmasına rağmen moralini bozmamasını ve a’sından z’sine kadar okumasının çok iyi olacağını vurguluyorum. TKP’nin sadece belli bir döneminde geçecek olan ve kısmen kurgulanacak bir meseleyi anlatmak istese de TKP’nin bütün tarihini inceden inceye bilmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. Gün ve Necil Togay’dan, Vartan İhmalyan’dan, Fahri Petek’ten, Attila İlhan’dan, A. İlhan’ın Necil’e nasıl takıldığından söz ediyorum. 1950’ye doğru TKP’nin birara Paris’te bir birim kurmak istediğini, bu amaçla Paris’e birkaç genç komünistin gönderildiğini, ama değişik nedenlerden ve bu arada Fransız Komünist Partisi’nin TKP’nin Paris’teki elemanlarıyla gereken, kalıcı, ciddi ve sıkı, partiden partiye ilişkiyi kurmak istememesi üzerine ve başka etkenler sonucu TKP’nin üye ve militanlarını Fransa dışına çıkarmaya karar verdiğini ve bunun üzerine Paris’tekilerin Macaristan’a gitmelerinden söz ediyorum. Bütün bunları ve daha fazlasını Abidin Dino çalışmamın üçüncü cildinde ve Fahri Petek : Bir Hayat, Üç Can isimli kitabında anlattığımı belirtiyorum. (Nedim imza ve tanıtım gününde bu kitapları değil, Abidin Dino ile Söyleşiler. Yazılar : Hayat ve Sanat başlıklı kitabımı satın alıyor, imzalatıyor.)
Nedim sorular sordukca anlatmamı sürdürüyorum, Leyla ve Onur ilgi ve dikkatle dinliyorlar : Nisan 1962’deki Leipzig Toplantısı’nı, TÜSTAV tarafından yayınlanan ve Gün Benderli’nin notlarından oluşan kitabı ve kitaptaki fotoğrafları, Abidin Dino’nun Paris’ten gidip bu toplantıya katılımını ve daha binbir şey anlatıyorum. Anlatırken çoştuğumu farkediyorum. Çoştukca daha çok anlatıyorum. Daha çok konuşuyorum. Nedim usluca dinliyor. Önerdiğim kaynakların birkaçını Nedim’in şık not defterine not bile ediyorum. Nedim’in beni Fransızcasıyla « cuisiné » ettiğini, yani ağzımdan laf aldığını artık Leyla da, Onur da, ben de anlıyoruz. Birbirimize tebessümle bakıyoruz, Nedim bunu görmüyor. O zaman Nedim’e, insanları böyle boşuna konuşturmak olmaz, madem yeni kitabının kahramanını oluşturmak için soru soruyor ve yanıt alıyorsun, romanın yayınlanınca sunusunda veya sonunda bir biçimde mutlaka « Şehmus Güzel’e şu şu katkı ve yardımı için teşekkür ediyorum » notunu koymalısın diyorum. Önce yan çiziyor : « Ama biliyorsun roman yazmaya başlayınca yön değiştirir. Başka biçimler alabilir... » falan filan falan filan diyor. Ben ısrar ediyorum ve « İşte Leyla Güz ve Onur Sinan Güzaltan tanıktır. Eğer teşekkür etmeyi unutursan onların tanıklığıyla bunları anımsatırım ». O zaman Nedim teşekkür faslını ihmal etmeyeceği sözünü veriyor. İnanmalı mı? İnanmamalı mı? Artık siz de tanıksınız ve romanı yayınlanınca hep birlikte bakarız. Şu an henüz çalışmasının daha başında olduğu açık. Epey okuması, TKP tarihi, Türkiye’de sol hareketin geçmişi konularında uzman daha pek çok insanla görüşmesi gerektiğine inanıyorum. Bunu da aktarıyorum. Bu alandaki tanınanlardan birkaçının ismini de bu vesileyle anıyoruz.
Nedim susuyor. İçki ve çerezlerin bulunduğu masaya doğru gidiyor. Bu imza ve tanıtım toplantısı için özel olarak seçtiğim Bordeaux gerçekten çok iyi çıktı. Kırmızı şarap deyince ilk akla gelenlerden biri olması açısından ve beni mahçup etmediği için kırmızı şaraptan ben de bir bardak alıyorum. Artık toplantının sonuna geldik sayılır, ben de bir bardak bişey içmeyi hakettim...
Albert Bitran'ı yolcu ederken... |
Sonradan sonra yeni kitapların yazılması için yeni serüvenler başlıyor. Bizde, kardeşlerim, bu kitap sevgisi, vatan ve İnsanlık aşkı var oldukça serüvenlerimiz sürecektir. Sizlerle birlikte olunca daha güzel her şey. Evet sizlerle beraber her şey daha güzel. Bizi yaşatan da bu. Sadece bu.
Çarşamba, Nisan 14, 2010
"COŞKUN’LA: BİR PAZAR ÖĞLEDEN SONRASINDA SANAT VE HAYAT" - M. Şehmus Güzel
İmza Günü: Özgül Kitabevi'nde 23.04.2010 saat:18.00'de! |
* * * * * *
COŞKUN’LA: BİR PAZAR ÖĞLEDEN SONRASINDA SANAT VE HAYAT
"Torse" |
Yapıt görkemli. Güçlü. Başı, kolları ve elleri, bacakları ve ayakları olmayan bir « gövde ». « Aleti »yle. Peki bu eserde bu kadar çarpıcı olan nedir? İnsanoğlu binbir biçime girdi çıktı, girdi çıktı ve böylece kalakaldı mı ? Böyle de olabilir mi ?
"Diabesque" |
Hulda Festival | Student Competition | Artscist
İlhan Koman Kültür ve Sanat Vakfı, Nisan 2009’dan bu yana dokuz Avrupa kenti ve İstanbul’da yürütmekte olduğu Hulda Festivali kapsamında bu kentlerde okuyan üniversite öğrencileri arasında bir yarışma düzenliyor. Her bölümden öğrencilere açık olan yarışmanın ana hedefi, sanat yoluyla bilimin popülerleştirilmesi.
Vakfın adını aldığı tanınmış heykel sanatçısı İlhan Koman’ın bilimsel yapıtlarından esinlenen “artscist” başlıklı yarışma, üniversite öğrencilerini bilimsel bir ilkenin sanatsal bir dille ifade edildiği yapıtlarıyla bu yarışmaya katılmaya davet ediyor.
Yarışma, Hulda Festivali’nin yürütülmekte olduğu Stockholm, Amsterdam, Anvers, Bordeaux, Lizbon, Barselona, Napoli, Malta, Selanik ve İstanbul üniversitelerinde okuyan lisans ve lisansüstü öğrencilere açık. Yarışmaya katılmanın tek koşulu, 18 yaşından büyük olmak ve bu kentlerdeki üniversitelerden birinde okuyor olmak. Yarışmaya katılmak isteyen öğrenciler 1 Haziran’a kadar www.huldafestival.org sitesinden kayıt yaparak yapıtlarını yükleyebilecekler.
Cumartesi, Nisan 03, 2010
"SALKIM SAÇAK" / Sanatın Anadolu Aydınlanması...
"Proje, İstanbulu oluşturan kozmopolit dokunun kaynağına gidip, orada binyıllardır birikmiş olan kültürü ortaya çıkararak farkındalık yaratıyor. Böylece Avrupa kültür başkentine yaraşır bir bellek tazelemesini amaçlıyor. Özgün, kimlikli, evrensel sanat ürünleri verecek büyük bir kültür mirasına sahipken, bunun farkında olmadan, hatta bu mirası yadsıyan sanat ürünleri üretir olduk. Evrensel değerleri göz ardı etmeden, özgün ve yenilikçi eserlerin üretilmesini Sanatın Anadolu Aydınlanması 2010 projesi ile amaçlıyoruz."
diyor...
KAynak şurada!
Salı, Mart 30, 2010
WOLINSKI ISTANBUL'DA!
Kaynak: GazetePort.Com
Tunus asıllı Fransız sanatçı Wolinski'nin Armada için çizdiği karikatür de şurada!
Cumartesi, Mart 27, 2010
PROMETHEUS'UN İHTİYATSIZLIĞI ŞİŞMANOĞLU EVİNİ ALEVLERE BOĞUYOR...
Yunanistan İstanbul Başkonsolosluğu'nun web sitesindeki basın bülteni böyle tarif ediyor sergiyi...
Açılışta oradaydık. Yunan komşular en şık giysileriyle, mimarı Şişmanoğlu'nun adıyla anılan Konsolosluk binasını hınca hınç doldurmuştu. Uzayan açılış konuşmaları nedeniyle kapıda bir süre yığılma da yaşandı. Ne kadar birbirimize benziyorduk... Beril Anılanmert, sanatçının Prometheus serisinin ilki olan Atina'da izlemiş, oradaki izleyici sayısının buradakinin yedi sekiz misli olduğundan sözediyordu...
Tsoclis'in özdeyişlerinden bazıları şöyle:
1930 doğumlu Costas Tsoclic ve İstanbul sergisi hakkında şurada daha sakin bir içerik var!
"ŞAİRLERİN İLKBAHARI"
ŞAİRLERİN İLKBAHARI
Fransa’ya ilkbahar erken geldi. Çok değil. Biraz erken geldi... Fransa’da “Şairlerin İlkbaharı” veya “Şairler İlkbaharı” adı verilen etkinlikler dizisi 8 martta başladı 21 marta kadar sürecek. 8 Mart malum Kadınlar Günü 21 Mart ise UNESCO tarafından “Dünya Şiir Günü” ilan edildi. Bu vesileyle benim şiir yazdığımı anımsayan kimi dost tarafından Paris ve çevresindeki kimi etkinliklere davet edildim ve bunun üzerine şiir yazdığımı anımsadım.
Bu kitaplar üzerine son derece şirin ve gerçekten kitaplar okunduktan sonra yazıldıkları her hallerinden belli iki ve kanımca önemli makale bile yayınlandı. Biri Hasan Akarsu tarafından ( « M. Şehmus Güzel’in şiirleri : ‘Aşk-Olsun !’ », Berfin Bahar, Sayı : 85, Mart 2005, s. 75. ), diğeri Güngör Gençay tarafından ( “Bir satır arası şairi: M. Şehmus Güzel”, Evrensel, 7 Ağustos 2008). Gerçekten şair ve yazar, şiir ve şairlik mesleği konusunda katkıları bilinen iki kişinin bu kitapları övmesi elbette benim açımdan yeni bir enerji kaynağı oldu. Her ikisine bir kez daha teşekkür borçluyum. Şiir kitaplarım üzerine tanıtıcı şeyler yazan başkaları da oldu.
Ekte kitapların kapaklarının skanerlerini gönderiyorum. Şiirlerimden seçtiğim birkaçını da « tadımlık » olsun niyetiyle aşağıda sunuyorum. Kitaplarda yer almayanlar da var.
Bu bağlamda “Şairlerin İlkbaharı”nın 12.sinin afişini de ekte iletiyorum. Bu yılki kadınlara ithaf edildiği için “couleur femme” notu var afişte. Evet “kadın rengi”, çünkü bilhassa geçmiş dönemlerdeki kadın şairlerin isimlerinin ve yapıtlarının ortaya çıkarılması, unutulmaması ve günümüz kadın şairlerinin yapıtlarının daha çok insana, daha çok mekana ulaştırılması dileğiyle.
Nitekim bu yıl bu şiirsel etkinlikte bir anlamda onur konuğu ve adına ikinci kez “ödül” verilecek olan Lübnan kökenli ama uzun yılllarını önce Mısır’da sonra Fransa’da yaşamış ve Fransa’ya bir müzisyen oğul, Louis Chedid, bir ressam kadın, kızı Michèle Chedid-Koltz, bir müzisyen torun, çok sevilen Matthieu Chedid, sunmuş iyi yazar ve şair Andrée Chedid var. Doksan yaşında. Etkinliklerde onu bir anlamda torunu temsil ediyor, şiirlerini en iyi tiyatro ve sinema sanatcıları okuyor.
Kadın şairler onunla sınırlı değil. Fransalı ve başka “dünyalardan” gelen kadın şairler de var : Linda Maria Baros, Sylvie Birioux, İra Feloukatzi, Françoise Leclerc, Alice Macahado ve daha niceleri. Rusya Federasoyonu’ndan Maria Stepanova, Olessia Nokolaeva...
Türkiye’den de yüzümüzün akı, iyi şair, kahkahasıyla Sorbonne Ünuversitesi Guizot amfisini tatlı tatlı sarsalayan Lale Müldür. Lale ile 1982 yaz tatili sırasında Gümüşlük’te ve Ece Ayhan nam şiir devinin bilmeceleriyle “içtiğimiz” gecelerin tadındayım yeniden. Ay batmak istemez, güneş günaydın demez gecelerdi bunlar... Bunları Ece Ayhan ile ilgili değişik makalelerimde anlattım. Burada o konuya tekrar dönmeyeceğim. Lale Müldür o günlerde şair olacağının ilk ipuçlarını veriyordu ve biz de bundan epey keyif alıyorduk. O Lale işte bugün bu Lale’dir.
Elbette Paris’teki başka etkinlikler çerçevesinde okuma günlerine katılan Füruzan Hanımı da unutmamak lazım. Onun birçok romanını, anlatısını birer şiir biçiminde okumak mümkündür çünkü.
Her şey önce şiirle başlar. Bihassa yazma serüvenimiz. Şiir yazmayan kaç çocuk, kaç genç vardır? Gönül istiyor ki o çocukluk ve o ilkgençlik “karalamaları” gün yüzüne çıksın. Bu ülke, bizim ülkemiz, şair yatağıdır. Şair hazinesidir. Dadaloğlu ve Yunus Emre’den Nâzım Hikmet’e, Orhan Veli, Melih Cevdet Anday’dan Ahmet Telli, Bayram Balcı ve Adil Okay’a, Ahmed Arif’ten Yılmaz Güney’e say say bitmez...
Evet her gün ve herkese şiir. Baudelaire Baba ne demiş? : “Bir adam (kadın veya erkek. MŞG) yemek yemeden iki gün dayanabilir ama şiirsiz asla!” Madem öyle işte ödevimi yapıyorum ve birkaç şiirimi de bu vesileyle sunuyorum. Şiirli geceler ve gündüzler dileklerimle.
eş-(ben)im
eşim
benim
kapalı kaldı
aklını çaldı.
8 Mart 2010
hamdullah uysal için
kavgada
düştü hamdullah
avucunda güneş
hamdullah gitti
güneşi bize bıraktı
1 Mart 2010
kişkiş
köşebaşlarını tutmuş
danalara
etkisiz yetkili de olsalar
yetkili etkisiz de olsalar
kişkiş
kişkiş
kişkişlanoğlumkişkiş
bilinmezbirzamanınsabahında
Ev
her kutu
bir ev
her evde
kibritler
tutuşmaya
hazır (lanmış)
24 Aralık 2009
marmara
marmara deniziyle maçımız
en iyi ihtimalle
berabere bitebilir :
denizi yenmek
asla mümkün
30 Aralık 2002
Salı, Mart 16, 2010
Perşembe, Mart 11, 2010
Cumartesi, Mart 06, 2010
This blog has moved
This blog is now located at http://webdekultursanat.blogspot.com/.
You will be automatically redirected in 30 seconds, or you may click here.
For feed subscribers, please update your feed subscriptions to
http://webdekultursanat.com/blogger_rss.xml.
Salı, Mart 02, 2010
Kültürel Kahvaltı...
Ayrıntılar şurada!
Salı, Şubat 02, 2010
ŞEHMUS GÜZEL'DEN: "ÖMER ULUÇ"
...Ömer Uluç’a ve aynı zamanda Sevim Burak ve Vivet Kanetti’ye ilişkin makaleyi de size iletmek istedim, sitenize uyacağını umuyorum. Ömer iyi bir ressam ve kalender bir adamdı. Onu Paris’ten kimi insan manzaralarıyla anmak istedim. Umarım sizin ve okuyucularınızın hoşuna gider.
M. Şehmus GÜZEL
* * * * * * * * * * * * * * * *
ÖMER ULUÇ
28 Ocak 2010’da Gökşin Sipahioğlu ile bürosundaydım. Gökşin’in İstanbul dönüşü getirdiği kitaplara göz atıyordum. Gökşin bilgisayarının başında memleket haberlerini izliyordu. Birden « Eyvah Ömer Uluç vefat etmiş » deyiverdi. Ömer Uluç’un vefatını böyle öğrendik. İkimiz de Ömer’i ve sevgili eşi, iyi gazeteci, iyi yazar, her şeyi yerinde yapmayı herkesten iyi bilen, yerinde ağlayan, yerinde gülen, dalga geçmeyi, takılmayı seven Vivet Kanetti’yi tanıyorduk. İkimiz de üzüldük. Evet Ömer’in akciğer kanserinden çektiğini biliyorduk ama her ölüm gibi bu ölüm de haksız, yersiz ve zamansızdı. Ömer’in ve Vivet’in Parisli günlerinden aklımızda kalanları konuştuk. Gökşin, Ömer’i öteden beri tanıyordu. Pek çok ortak anı gelip geçti, gelip geçemedi.
Ömer’in Parisli yıllarından önce İstanbullu günleri var elbette. İstanbul’un gençlik rüzgarlarının en renklilerine açık olduğu zaman dilimlerinden gelen.
Ömer’den söz edince Sevim Burak’ı da andık elbette. Sevim Burak anılmaz mı ? Ömer’in, kanımca ülkemizin en iyi ama henüz yeterince tanınmayan ve hakkı da yeterince verilmeyen yazarlarından Sevim Burak ile evliliğinden bir kızı var : Elfe Uluç. Sevim Burak’ın Ömer’den önceki evliliğinden de bir oğlu var: Karaca Borar. Yani Sevim Burak, evrensel boyutlu edebiyat ürünlerinin yaratıcısı, bu delidolu ve yeri doldurulamaz iyi yazar, iki ayrı evlilikten biri erkek, biri kadın iki çocuk sahibi olmuş. Brecht aklıma geliyor : O da çünkü birkaç evlilikten, birkaç kadından birkaç çocuk babası olma başarısını göstermiş ender yaratıcılardandır. Elfe Uluç’un kısa metrajlı filmler yönettiğini ve bir fakültede sinema konusunda dersler verdiğini de bu vesileyle okuduğum haberlerden öğrendim. (Elfe Uluç’la ilgili bilgilerin pek çoğunu bulduğum « Ekşi Sözlük » nam sitede daha neler var neler... Bir göz atanın gözü kalıyor ki hiç te yabana atılacak gibi değil. Hiç te öyle ekşi mekşi de değil. Tadı damağınızda kalıyor. Bravo arkadaşlar. Devam edin bu yolda : Kolay gelsin.)
Doğrusunu isterseniz fotoğraflarından gördüğüm Elfe Uluç’un annesine bu kadar benzemesine de çok şaşırdım. Ama niçin olmasın ? Anne ve kız, kız ve anne birbirine benzemeyecek te kim kime benzeyecek ? Sevim Burak’ın Yanık Saraylar isimli sıkı ve sahici yapıtı hakkında, o oyunu Paris’te sahneye koyan Luiz Menase ile yaptığım söyleşiyi, Söyleşiler : Vir-Gül-Üne Dokunmadan isimli kitabımda yayınlamak olanağı buldum (Kaldıraç Yayınları, İstanbul, 2008, s. 17-39.) Böylece Sevim Burak’ın eserlerini ne kadar sevdiğimi ilan etmek fırsatını da yakaladım. Luiz Menase, nam-ı diğer Lulu, Sevim Burak’ın hem dostu, hem de tiyatroya en iyi uyarlayıcılarından biri olarak yazar ve eseri hakkında çok güzel şeyler anlattı. Sevim’in terziliğinden kalan alışkanlıklarıyla notlarını perdelere, şuraya buraya iğnelemesi az şey mi ? Veya « iğne kırılacak ve bir yerime batacak » gizli korkusunun eserinde yankılanması... Elbette Sevim Burak daha çok tanınmaya, daha çok okunmaya layık. Okuyanlar okuduklarıyla kalmayacaklar, kendileri için dünyalar kazanacaklar. Bundan kesinlikle eminim.
Burak’ın Ah Ya’rab Yehova isimli çalışmasını Fransızcaya çeviren ve zamanında Les Temps Modernes’de yayınlatan Güzin Dino ile de Sevim Burak’ı ve Ömer Uluç’u sık sık konuştum. Hâlâ da konuşuyoruz. Bu satırları yazdığım bir şubat ikibinon günü de konuştuk. Güzin oldum olası « Sevim Burak’ı hep çok sevdik » der. Güzin burada hem kendi adına hem de Abidin adına konuşuyor. Güzin herkesi öyle kolay kolay sevmez, ama bir sevdimi de asla vefasızlık etmez. İşte Abidin aşkı. İşte Nâzım Hikmet aşkı ortada. Bütün hayatını en önce bu iki dev adama adamıştır desem yeridir. Dedim bile. Güzin bilhassa Sevim Burak ve Ömer’le birlikte Paris’te yaşadıkları günleri aktarmaya bayılıyor. O günlerin anıları da bir başka hani: Düşünün hele, bir yanımızda Abidin’le Güzin, öbür yanımızda Ömer ve Sevim. Yani iki ressam artı iki yazar. Aslında iki yazar da bir ressam iki ressam da biraz yazar. Dream team değilse nedir bu ? Bu dörtlüden oluşan rüya takım, birlikte ne delilikler yapmış ne delilikler : Paris meydan, kafe, galeri, lokanta ve sokaklarının dili olsa da anlatabilse. Güzin’in bana aktardıklarını bir gün mutlaka anlatmalıyım. Bir gün mutlaka.
Paris’te aynı meydan, kafe, galeri, lokanta ve sokaklarda Ömer Uluç ve Vivet Kanetti’nin izini sürmek, seslerini ve bilhassa unutulmaz kahkahalarını duymak ta mümkün. Rue de Seine’de örneğin. Orada tam 43 numarada, bir parçası kaldırıma yayılmış sandalye ve masalarıyla, kadınlı erkekli müşterileriyle işte « Café La Palette »de... Ki bu sadece bir kafe değil aynı zamanda ressamlarımızın ve aydınlarımızın keşistiği tarihi bir anıttır. Sencer Divitçioğlu’nun sesini duymak bile mümkün. İşte şurada canım, kapıdan girince sağda dipteki masada. Ayol şuraçıkta işte. Tamam işte orada. Sencer iki bira, iki beyaz veya iki kırmızı arasında size Marx Amca’dan iki satır söyler meseleyi şıppadak anlarsınız. Anlamayan olursa « La Palette »in sert ve sevimli, ama sevgisini elinden düşürmediği tepsisinin altında gizleyen patronu « Bunun anlaşılmayacak nesi var ? » diye size şöyle bibakar ve tutuşur yanarsınız. Yandığınız da bütün Paris’te hemen duyulur. Tulumbacılar yetişene kadar ressamlar yangını söndürür hemen. Ayıptır, derler, arkadaş arasında yangın mı çıkarmış ! Paris akşamüstülerinin en iyi iktisat ve felsefe seminerleri burada verilir, Sorbonne’dan önce Collège de France’dan sonra, Sencer’in Paris’ten geçtiği zamanlarda. Yoksa Komet lafa katılabilir. Maksat şamata olsun. Komet sadece bir geze-gen değildir, fırçasıyla gezdiği yerlere renklerini de serpiştirir. Aman dikkat abiler ! Ayşegül Beton bakarsınız takasındaki son metro yolcularını birer tespih tanesi gibi silkeler kapı önünde. Yolcular iner, ama onun daha bir parça dolaşıp otomobilini sağlama alacağı bir yer bulması gerekecektir. Siz buyurun kafeye Ömer ve Vivet’in yanına yerleşin...
Bu şirin ikiliye Odeon taraflarında da rastlamak mümkün... Bir de Michel-Ange-Molitor civarında... Michel-Ange sadece bir melek midir ? Yoksa duvarları ve bilhassa tavanları boyamaktan boynu tutulan, vücudu yamuklaşan bir İtalyan mıdır ? Bu soruların yanıtlarının en iyilerini ansiklopediler verir. Biz sormakla yetiniyoruz bugün... Ama İtalyanca yazmak gerek ismini Michelangelo’nun. O Paris’te bir metro durağının da ismidir. Hatta bir değil iki.
Ömer ve Vivet’in her ikisi de hem henüz silinemeyen izlerini ve hâlâ yankılanan seslerini bıraktılar başkentte, hem de birlikte yürüdüler. Beraber yiyip, beraber içtiler. Arkadaşlarıyla beraber eğlendiler. Ağladıkları da oldu beraberce. Gidenlerin peşinden. Mübin’e örneğin herkes ağladı bu kentte. Evet herkes. Bilhassa çatı katları. Mübin çünkü demini bulunca çatıdan çatıya atlayarak evine dönmeyi alışkanlık haline getirmişti, çatı katı kedilerine inat ( !) Bir de iyice demlenince Abidin’in veya Abidin’le Güzin’in sırtında evine döndüğü rivayet edilir, ama bu konudaki polis raporları henüz elimize geçmediği için doğrulamak veya yanlışlamaktan kaçınıyoruz şimdilik. Hayat, kardeşlerim, budur işte. Gülerek ve ağlayarak, ağlayarak ve gülerek geçen gecelerin ve gündüzlerin toplamı. Çıkarması ve bölmesi yok. Çarpması var. Burada veya orada hiç farketmez.
Ömer herkesle hemen, yani birkaç saniye veya birkaç dakika içinde, can ciğer kuzu sarması olan bir insandı. Eski tanıdıklarını ise hiç unutmayan cinsten sevimli bir yaratık. Bir tarihte, yanılmıyorsam « Muhteşem Süleyman Sergisi »nin Paris seferi günlerinin başlangıcında, İstanbul’dan ışınlanmışcasına ve sarı-kırmızı bir şampiyonluk rüyası gibi Paris’e iniveren Melih Aşık’la birlikte, bu vesileyle o gece verilen klasik Türk müziği konserini dinledikten sonra yürüyerek, iki adımda, Trocadéro Meydanı’na çıkmıştık ve orada Meydan’a bakan kafelerden birinde Ömer’i, yanında birkaç tanıdıkla buluvermiştik. Sohbet epey sürmüştü. Ayrılık saati gelince Melih’i « Paris’in bu en şık ve en şok mahallesini yakından görmesi » için Avenue Kléber’den, pek ünlü Kleber Caddesi, yürüterek Etoile’a kadar sürükleme ve iflahını kesme faslı var ama onu bugün anlatmayacağım. Fakat Melih’in Ömer’in aramızdan ayrılışı vesilesiyle, 31 Ocak 2010 tarihli Milliyet’te, yazdıklarından kısa bir alıntı yapmasam olmaz :
« Paris’te, İstanbul’da, Çiçek Bar’da orda burda hoş sohbetlerimiz olmuştur. Zekâsı ve esprisiyle güzelleştirirdi sohbetleri. Hayat doluydu. Arkadaşları ona zaman zaman nekes (cimri) diye takılırdı. Onlardan biri de yakın dostu Hüseyin Baş... Bir gün Çiçek Bar’da delikanlının biri gelip saati sormuş Ömer’e... Ömer sohbete daldığından oralı değil. Hüseyin Baş delikanlıya dönmüş:
- Boşuna bekleme söylemez, başka yerden öğren saati...
- Neden abi?
- Onun saatinde akrep vardır...
Ömer’in fırça darbelerini ‘yer silme’ye benzetirdi kimileri. Hüseyin bunu duyunca sinirlendi:
-Keşke biz de öyle yer silebilsek, deyiverdi... »
Ömer Uluç’un cimriliği konusunda bir şey diyemem. Çünkü onu bu konuda söz söyleyebilecek kadar tanıyamadım. Ama Paris’te tanıdığım birçok ressamda çimrilik maalesef bulaşıcı bir hastalık gibi birinden sanki öbürüne geçmişcesine yaygın ve belirgin. Birkaç istisna hariç : Abidin Dino çömertliğiyle de ünlüdür aynı zamanda. Bir de Komet ve Ayşegül. Bunların dışında tanıdıklarımdan cimri olanların listesi uzun ve onların cimriliğini anlatmaya sayfalar yetmez. O nedenle Diyarbekir işi bir deyişle anlatayım : Bizde birinin cimri olduğunu vurgulamak için « Elini cebine atamaz çünkü cebinde akrep var » denir ve böylece taş gediğine konulmuş olur. Ama Paris’teki ressamlarımızın cimriliği (sadece ressamlarımızın da değil elbette) meselesinde doktora tezi yapılabilecek kadar malzeme var ve şimdiden birkaç sav ileri sürmek bile mümkün. Ama bugün olmaz üstü kalsın.
Son haftalarda Ömer Uluç hakkında yazılan en iyi makalelerden birinin yine Mülkiye’den bir arkadaşımız, Cengiz Çandar tarafından yazılmış olması da anılmaya değer : 1 Ocak 2010 tarihli Radikal’daki mükemmel yazısı. Okumanızı tavsiye ederim.
Gerek Melih’in gerek Cengiz’ın yazıları çok hoş. İkisini de kutlamak isterim. Burada yeri gelmişken şunu da yazmak istiyorum : Sanatçılarımızın vefatından hemen önce veya hemen sonra yazmak çok yerinde, ama herkes gibi hatta herkesten daha çok sanatçılarımızın tanıtılmaya, tanınmaya ihtiyaçları var. Ne olur yaşadıkları zaman dilimleri içinde de onlar hakkında yazılar yazalım. Kimi kez bir makale bin bir derde çare olabilir. Bir makale, iki satır moralini yükseltir sanatçıların. Buna herkes gibi onların da ihtiyacı var. Melih ve Cengiz elbette birçok sanatcımız hayattayken de haklarında yazıyorlar, onları tanıtıyorlar, sergilerini duyuruyorlar. Her ikisinin de örnek olması umuduyla sözüm onlara değil. Diğerlerine. Hele « Bu ülkede kimse kültürden anlamıyor, kimse kitap okumuyor, kimse sergiye gitmiyor » türünden şeyler yazıp ve/veya söyleyip kültür için küçük parmaklarını bile oynatmayanlara.
Ömer’in ışığı bol toprağı cömert olsun. Aşiyan’da şimdi Abidin Dino ile yeniden buluştular. Bu önceden ayarlanmış bir randevu olabilir mi ? Olabilir elbette. Böylece bir kez daha ressemların sırrına henüz tümüyle vardığımızı kimsenin iddia edemeyeceği sonucuna ulaşıyoruz. Kimbilir Abidin’le Ömer veya Ömer’le Abidin birbirlerine neler anlatacak, ne tür şamatalar yapacaklardır. Gözlerimizi Aşiyan’dan ayırmayalım kardeşlerim. Çizecekleri resimleri ise görmemiz maalesef artık mümkün olmayacak. Ama dostlarım bıraktıkları bize yeter. İkisine de her şey için bin bir teşekkür borçluyuz.
Ömer Uluç’un bizi bırakıp gitmesi vesilesiyle hakkında yayınlanan birçok şeyi okudum. Medyaya yansıyan fotolardan sevgili eşi Vivet Kanetti’nin üzüntüsünü görmek insanın içini sarsıyor. Vivet’i ve Ömer’i Paris’teki şenşakrak günlerindeki halleriyle anımsamak istiyorum.
Ömer’den aklımda kalanlar bunlar. Bugün bunları sizlerle paylaşmak istedim.