Sayın Prof. Dr. Şehmus Güzel, bu yazısını, bu sabah "Web'de Kültür Sanat" okurları için Paris'ten göndermiş... İçten teşekkürler...
A.T.
********...Ömer Uluç’a ve aynı zamanda Sevim Burak ve Vivet Kanetti’ye ilişkin makaleyi de size iletmek istedim, sitenize uyacağını umuyorum. Ömer iyi bir ressam ve kalender bir adamdı. Onu Paris’ten kimi insan manzaralarıyla anmak istedim. Umarım sizin ve okuyucularınızın hoşuna gider.
M. Şehmus GÜZEL
* * * * * * * * * * * * * * * *
ÖMER ULUÇ
28 Ocak 2010’da Gökşin Sipahioğlu ile bürosundaydım. Gökşin’in İstanbul dönüşü getirdiği kitaplara göz atıyordum. Gökşin bilgisayarının başında memleket haberlerini izliyordu. Birden « Eyvah Ömer Uluç vefat etmiş » deyiverdi. Ömer Uluç’un vefatını böyle öğrendik. İkimiz de Ömer’i ve sevgili eşi, iyi gazeteci, iyi yazar, her şeyi yerinde yapmayı herkesten iyi bilen, yerinde ağlayan, yerinde gülen, dalga geçmeyi, takılmayı seven Vivet Kanetti’yi tanıyorduk. İkimiz de üzüldük. Evet Ömer’in akciğer kanserinden çektiğini biliyorduk ama her ölüm gibi bu ölüm de haksız, yersiz ve zamansızdı. Ömer’in ve Vivet’in Parisli günlerinden aklımızda kalanları konuştuk. Gökşin, Ömer’i öteden beri tanıyordu. Pek çok ortak anı gelip geçti, gelip geçemedi.
Ömer’in Parisli yıllarından önce İstanbullu günleri var elbette. İstanbul’un gençlik rüzgarlarının en renklilerine açık olduğu zaman dilimlerinden gelen.
Ömer’den söz edince Sevim Burak’ı da andık elbette. Sevim Burak anılmaz mı ? Ömer’in, kanımca ülkemizin en iyi ama henüz yeterince tanınmayan ve hakkı da yeterince verilmeyen yazarlarından Sevim Burak ile evliliğinden bir kızı var : Elfe Uluç. Sevim Burak’ın Ömer’den önceki evliliğinden de bir oğlu var: Karaca Borar. Yani Sevim Burak, evrensel boyutlu edebiyat ürünlerinin yaratıcısı, bu delidolu ve yeri doldurulamaz iyi yazar, iki ayrı evlilikten biri erkek, biri kadın iki çocuk sahibi olmuş. Brecht aklıma geliyor : O da çünkü birkaç evlilikten, birkaç kadından birkaç çocuk babası olma başarısını göstermiş ender yaratıcılardandır. Elfe Uluç’un kısa metrajlı filmler yönettiğini ve bir fakültede sinema konusunda dersler verdiğini de bu vesileyle okuduğum haberlerden öğrendim. (Elfe Uluç’la ilgili bilgilerin pek çoğunu bulduğum « Ekşi Sözlük » nam sitede daha neler var neler... Bir göz atanın gözü kalıyor ki hiç te yabana atılacak gibi değil. Hiç te öyle ekşi mekşi de değil. Tadı damağınızda kalıyor. Bravo arkadaşlar. Devam edin bu yolda : Kolay gelsin.)
Doğrusunu isterseniz fotoğraflarından gördüğüm Elfe Uluç’un annesine bu kadar benzemesine de çok şaşırdım. Ama niçin olmasın ? Anne ve kız, kız ve anne birbirine benzemeyecek te kim kime benzeyecek ? Sevim Burak’ın Yanık Saraylar isimli sıkı ve sahici yapıtı hakkında, o oyunu Paris’te sahneye koyan Luiz Menase ile yaptığım söyleşiyi, Söyleşiler : Vir-Gül-Üne Dokunmadan isimli kitabımda yayınlamak olanağı buldum (Kaldıraç Yayınları, İstanbul, 2008, s. 17-39.) Böylece Sevim Burak’ın eserlerini ne kadar sevdiğimi ilan etmek fırsatını da yakaladım. Luiz Menase, nam-ı diğer Lulu, Sevim Burak’ın hem dostu, hem de tiyatroya en iyi uyarlayıcılarından biri olarak yazar ve eseri hakkında çok güzel şeyler anlattı. Sevim’in terziliğinden kalan alışkanlıklarıyla notlarını perdelere, şuraya buraya iğnelemesi az şey mi ? Veya « iğne kırılacak ve bir yerime batacak » gizli korkusunun eserinde yankılanması... Elbette Sevim Burak daha çok tanınmaya, daha çok okunmaya layık. Okuyanlar okuduklarıyla kalmayacaklar, kendileri için dünyalar kazanacaklar. Bundan kesinlikle eminim.
Burak’ın Ah Ya’rab Yehova isimli çalışmasını Fransızcaya çeviren ve zamanında Les Temps Modernes’de yayınlatan Güzin Dino ile de Sevim Burak’ı ve Ömer Uluç’u sık sık konuştum. Hâlâ da konuşuyoruz. Bu satırları yazdığım bir şubat ikibinon günü de konuştuk. Güzin oldum olası « Sevim Burak’ı hep çok sevdik » der. Güzin burada hem kendi adına hem de Abidin adına konuşuyor. Güzin herkesi öyle kolay kolay sevmez, ama bir sevdimi de asla vefasızlık etmez. İşte Abidin aşkı. İşte Nâzım Hikmet aşkı ortada. Bütün hayatını en önce bu iki dev adama adamıştır desem yeridir. Dedim bile. Güzin bilhassa Sevim Burak ve Ömer’le birlikte Paris’te yaşadıkları günleri aktarmaya bayılıyor. O günlerin anıları da bir başka hani: Düşünün hele, bir yanımızda Abidin’le Güzin, öbür yanımızda Ömer ve Sevim. Yani iki ressam artı iki yazar. Aslında iki yazar da bir ressam iki ressam da biraz yazar. Dream team değilse nedir bu ? Bu dörtlüden oluşan rüya takım, birlikte ne delilikler yapmış ne delilikler : Paris meydan, kafe, galeri, lokanta ve sokaklarının dili olsa da anlatabilse. Güzin’in bana aktardıklarını bir gün mutlaka anlatmalıyım. Bir gün mutlaka.
Paris’te aynı meydan, kafe, galeri, lokanta ve sokaklarda Ömer Uluç ve Vivet Kanetti’nin izini sürmek, seslerini ve bilhassa unutulmaz kahkahalarını duymak ta mümkün. Rue de Seine’de örneğin. Orada tam 43 numarada, bir parçası kaldırıma yayılmış sandalye ve masalarıyla, kadınlı erkekli müşterileriyle işte « Café La Palette »de... Ki bu sadece bir kafe değil aynı zamanda ressamlarımızın ve aydınlarımızın keşistiği tarihi bir anıttır. Sencer Divitçioğlu’nun sesini duymak bile mümkün. İşte şurada canım, kapıdan girince sağda dipteki masada. Ayol şuraçıkta işte. Tamam işte orada. Sencer iki bira, iki beyaz veya iki kırmızı arasında size Marx Amca’dan iki satır söyler meseleyi şıppadak anlarsınız. Anlamayan olursa « La Palette »in sert ve sevimli, ama sevgisini elinden düşürmediği tepsisinin altında gizleyen patronu « Bunun anlaşılmayacak nesi var ? » diye size şöyle bibakar ve tutuşur yanarsınız. Yandığınız da bütün Paris’te hemen duyulur. Tulumbacılar yetişene kadar ressamlar yangını söndürür hemen. Ayıptır, derler, arkadaş arasında yangın mı çıkarmış ! Paris akşamüstülerinin en iyi iktisat ve felsefe seminerleri burada verilir, Sorbonne’dan önce Collège de France’dan sonra, Sencer’in Paris’ten geçtiği zamanlarda. Yoksa Komet lafa katılabilir. Maksat şamata olsun. Komet sadece bir geze-gen değildir, fırçasıyla gezdiği yerlere renklerini de serpiştirir. Aman dikkat abiler ! Ayşegül Beton bakarsınız takasındaki son metro yolcularını birer tespih tanesi gibi silkeler kapı önünde. Yolcular iner, ama onun daha bir parça dolaşıp otomobilini sağlama alacağı bir yer bulması gerekecektir. Siz buyurun kafeye Ömer ve Vivet’in yanına yerleşin...
Bu şirin ikiliye Odeon taraflarında da rastlamak mümkün... Bir de Michel-Ange-Molitor civarında... Michel-Ange sadece bir melek midir ? Yoksa duvarları ve bilhassa tavanları boyamaktan boynu tutulan, vücudu yamuklaşan bir İtalyan mıdır ? Bu soruların yanıtlarının en iyilerini ansiklopediler verir. Biz sormakla yetiniyoruz bugün... Ama İtalyanca yazmak gerek ismini Michelangelo’nun. O Paris’te bir metro durağının da ismidir. Hatta bir değil iki.
Ömer ve Vivet’in her ikisi de hem henüz silinemeyen izlerini ve hâlâ yankılanan seslerini bıraktılar başkentte, hem de birlikte yürüdüler. Beraber yiyip, beraber içtiler. Arkadaşlarıyla beraber eğlendiler. Ağladıkları da oldu beraberce. Gidenlerin peşinden. Mübin’e örneğin herkes ağladı bu kentte. Evet herkes. Bilhassa çatı katları. Mübin çünkü demini bulunca çatıdan çatıya atlayarak evine dönmeyi alışkanlık haline getirmişti, çatı katı kedilerine inat ( !) Bir de iyice demlenince Abidin’in veya Abidin’le Güzin’in sırtında evine döndüğü rivayet edilir, ama bu konudaki polis raporları henüz elimize geçmediği için doğrulamak veya yanlışlamaktan kaçınıyoruz şimdilik. Hayat, kardeşlerim, budur işte. Gülerek ve ağlayarak, ağlayarak ve gülerek geçen gecelerin ve gündüzlerin toplamı. Çıkarması ve bölmesi yok. Çarpması var. Burada veya orada hiç farketmez.
Ömer herkesle hemen, yani birkaç saniye veya birkaç dakika içinde, can ciğer kuzu sarması olan bir insandı. Eski tanıdıklarını ise hiç unutmayan cinsten sevimli bir yaratık. Bir tarihte, yanılmıyorsam « Muhteşem Süleyman Sergisi »nin Paris seferi günlerinin başlangıcında, İstanbul’dan ışınlanmışcasına ve sarı-kırmızı bir şampiyonluk rüyası gibi Paris’e iniveren Melih Aşık’la birlikte, bu vesileyle o gece verilen klasik Türk müziği konserini dinledikten sonra yürüyerek, iki adımda, Trocadéro Meydanı’na çıkmıştık ve orada Meydan’a bakan kafelerden birinde Ömer’i, yanında birkaç tanıdıkla buluvermiştik. Sohbet epey sürmüştü. Ayrılık saati gelince Melih’i « Paris’in bu en şık ve en şok mahallesini yakından görmesi » için Avenue Kléber’den, pek ünlü Kleber Caddesi, yürüterek Etoile’a kadar sürükleme ve iflahını kesme faslı var ama onu bugün anlatmayacağım. Fakat Melih’in Ömer’in aramızdan ayrılışı vesilesiyle, 31 Ocak 2010 tarihli Milliyet’te, yazdıklarından kısa bir alıntı yapmasam olmaz :
« Paris’te, İstanbul’da, Çiçek Bar’da orda burda hoş sohbetlerimiz olmuştur. Zekâsı ve esprisiyle güzelleştirirdi sohbetleri. Hayat doluydu. Arkadaşları ona zaman zaman nekes (cimri) diye takılırdı. Onlardan biri de yakın dostu Hüseyin Baş... Bir gün Çiçek Bar’da delikanlının biri gelip saati sormuş Ömer’e... Ömer sohbete daldığından oralı değil. Hüseyin Baş delikanlıya dönmüş:
- Boşuna bekleme söylemez, başka yerden öğren saati...
- Neden abi?
- Onun saatinde akrep vardır...
Ömer’in fırça darbelerini ‘yer silme’ye benzetirdi kimileri. Hüseyin bunu duyunca sinirlendi:
-Keşke biz de öyle yer silebilsek, deyiverdi... »
Ömer Uluç’un cimriliği konusunda bir şey diyemem. Çünkü onu bu konuda söz söyleyebilecek kadar tanıyamadım. Ama Paris’te tanıdığım birçok ressamda çimrilik maalesef bulaşıcı bir hastalık gibi birinden sanki öbürüne geçmişcesine yaygın ve belirgin. Birkaç istisna hariç : Abidin Dino çömertliğiyle de ünlüdür aynı zamanda. Bir de Komet ve Ayşegül. Bunların dışında tanıdıklarımdan cimri olanların listesi uzun ve onların cimriliğini anlatmaya sayfalar yetmez. O nedenle Diyarbekir işi bir deyişle anlatayım : Bizde birinin cimri olduğunu vurgulamak için « Elini cebine atamaz çünkü cebinde akrep var » denir ve böylece taş gediğine konulmuş olur. Ama Paris’teki ressamlarımızın cimriliği (sadece ressamlarımızın da değil elbette) meselesinde doktora tezi yapılabilecek kadar malzeme var ve şimdiden birkaç sav ileri sürmek bile mümkün. Ama bugün olmaz üstü kalsın.
Son haftalarda Ömer Uluç hakkında yazılan en iyi makalelerden birinin yine Mülkiye’den bir arkadaşımız, Cengiz Çandar tarafından yazılmış olması da anılmaya değer : 1 Ocak 2010 tarihli Radikal’daki mükemmel yazısı. Okumanızı tavsiye ederim.
Gerek Melih’in gerek Cengiz’ın yazıları çok hoş. İkisini de kutlamak isterim. Burada yeri gelmişken şunu da yazmak istiyorum : Sanatçılarımızın vefatından hemen önce veya hemen sonra yazmak çok yerinde, ama herkes gibi hatta herkesten daha çok sanatçılarımızın tanıtılmaya, tanınmaya ihtiyaçları var. Ne olur yaşadıkları zaman dilimleri içinde de onlar hakkında yazılar yazalım. Kimi kez bir makale bin bir derde çare olabilir. Bir makale, iki satır moralini yükseltir sanatçıların. Buna herkes gibi onların da ihtiyacı var. Melih ve Cengiz elbette birçok sanatcımız hayattayken de haklarında yazıyorlar, onları tanıtıyorlar, sergilerini duyuruyorlar. Her ikisinin de örnek olması umuduyla sözüm onlara değil. Diğerlerine. Hele « Bu ülkede kimse kültürden anlamıyor, kimse kitap okumuyor, kimse sergiye gitmiyor » türünden şeyler yazıp ve/veya söyleyip kültür için küçük parmaklarını bile oynatmayanlara.
Ömer’in ışığı bol toprağı cömert olsun. Aşiyan’da şimdi Abidin Dino ile yeniden buluştular. Bu önceden ayarlanmış bir randevu olabilir mi ? Olabilir elbette. Böylece bir kez daha ressemların sırrına henüz tümüyle vardığımızı kimsenin iddia edemeyeceği sonucuna ulaşıyoruz. Kimbilir Abidin’le Ömer veya Ömer’le Abidin birbirlerine neler anlatacak, ne tür şamatalar yapacaklardır. Gözlerimizi Aşiyan’dan ayırmayalım kardeşlerim. Çizecekleri resimleri ise görmemiz maalesef artık mümkün olmayacak. Ama dostlarım bıraktıkları bize yeter. İkisine de her şey için bin bir teşekkür borçluyuz.
Ömer Uluç’un bizi bırakıp gitmesi vesilesiyle hakkında yayınlanan birçok şeyi okudum. Medyaya yansıyan fotolardan sevgili eşi Vivet Kanetti’nin üzüntüsünü görmek insanın içini sarsıyor. Vivet’i ve Ömer’i Paris’teki şenşakrak günlerindeki halleriyle anımsamak istiyorum.
Ömer’den aklımda kalanlar bunlar. Bugün bunları sizlerle paylaşmak istedim.
* * * * * *