|
İmza Günü: Özgül Kitabevi'nde 23.04.2010 saat:18.00'de! |
"Web'de Kültür Sanat", kendini bildi bileli hiç bu kadar nitelikli, bu kadar ilginç, bu kadar okunası ve özgün içeriklere kendiliğinden sahip olmamıştı... Öyle ya, bu sitenin -daha önce de aynı başlıkla Milliyet'e yazılan makalelerin- varlık nedeni web'deki nitelikli içerikleri kazıya kazıya bulup çıkarmak ve Internet'i "snobe" eden aydınlarımıza sunmak değil miydi? Oysa şimdi buraya kendiliğinden içerik/kaynak/haber/makale gönderen bir dostumuz oldu: Sayın M. Şehmus Güzel... Paris'te yaşayan bir bilim/sanat/kültür insanı ve akademisyeni Sayın Güzel bize Paris'teki Türk sanatçılarını tanıtıyor hanidir... Bu kez de heykeltraş Coşkun'u tanımamıza vesile oluyor... Bu arada 23 Nisan 2010'da Paris'te kitap imza günü de olan Sayın Güzel'e tekrar teşekkür ederek makalesini ve görüntüleri yayınlıyoruz...
* * * * * *
COŞKUN’LA: BİR PAZAR ÖĞLEDEN SONRASINDA SANAT VE HAYAT
M. Şehmus Güzel
28 Mart pazar. Bir gün önce kayınbiraderin ve bizzat kendimin yaş yıldönümlerini ailecek mailecek kutladık. Epey içtik. Epey yedik. Epey sohbet ettik. Bu pazar kültürel faaliyetlerimize kaldığımız yerden devam etmeliyiz diyoruz ve otomobile atlıyoruz. Françoise direksiyonda, bendeniz « birinci vitesteyim ». Dere tepe düz gittik, kırk mı otuz mu kilometre sonra aa bir de baktık gelmişiz. « Herkes iniyor ».
Burası «
La Maison Elsa Triolet-Aragon ».
Elsa’nın ve Aragon’un 1951’de satın aldıkları, dayayıp döşedikleri « değirmen »den oluşturulan « yavru saray » veya « saray yavrusu », yok canım o kadar da değil sadece « Ev » de yeter. Peki : « Ev » doğanın içinde. Doğa da « ev »in içinde. Burası onlar yaşarken kitap ve şiir yazma ve yaratma « fabrikası »ydı. Malumunuzdur « Aragon günde yirmi saat çalışıyordu. » Elsa’yı 16 Haziran 1970’de yitirmesinden sonra hızı ve yaratıcılığı azalsa bile bu hep böyleydi. Akıntıya karşı kürek çekilebilir ama efsaneye karşı olmaz. Buna da peki. Sonra Aragon da « gitti ». Ve « ev » sergi mekanına ve müzeye dönüştürüldü. Elsa ve Aragon çok ta uzağa gitmiş sayılmazlar, çünkü « son durakları » hemen şu karşıki tepede ve oradan her zamanki gibi bütün olup-bitenleri izliyor ve eminim « günlüklerine » yazıyorlardır.
François Féret her zamanki resim tekniğiyle yeryüzüyle gökyüzü, insanla uzay, yaratıcıyla yaratılan arasındaki ilişkileri sorguluyor. Uzak ve yakın dünyalar arasında gidip geliyor. Ona kalırsa rüyalarımızın « anası », rüyalarımızın « yaratıcısı » « yukarıda »dır. Buna isterseniz « uzay », isterseniz « gökyüzü », isterseniz başka bir isim takın, sonuç değişmez. « Tavanımız » başımızın üstündedir ve başımızı her kaldırdığımızda onunla yüzyüze ve gözgöze veya gökyüze-göZyüze geleceğiz. Bunun başka çaresi de yoktur. En azından yeni bir emre kadar. En çarpıcı güzellikler yukarıda mıdır ? Ressama kalırsa evet. Bu tartışılabilir. Ama ressam aynı zamanda uzay « makinelerini » öyle iğrelterek veriyor ki bunları bir « savaş », bir uzay savaşı sonrasında dünya çöplüğünde resimlemiş sanabilirsiniz. François Féret kötümser midir ? Yoksa en iyimser kötümser midir ? Bu soruyu bir süre daha sorabiliriz. Ama yanıtını bulmakta da geçikmesek iyi olacak. Çünkü Çinlilere kalırsa « uzayda bir şey aramanın hiç bir anlamı yoktur », ama Ruslar ve Amerikalılar aynı kanıda değiller ve « yarış », rakipler birarada bile olsa, sürüyor. Bizse izlemeyi sürdürüyoruz.
« Ev »den ve salonundan çıkıyoruz.
|
"Torse" |
« Park »ta, kimlik cüzdanında Salih Coşkun ama sanat hüviyetinde sadece Coşkun yazan değerli sanatcımızın anıtsal heykelleri ile karşı karşıya kalıyoruz ve nefesimiz kesiliyor. En başta « Torse » isimli ve
sergi davetiyesi, duyurusu ve « Ev »in sitesinde ve diğer sitelerde görüntüsü bulunan dev yapıt.
Yapıt görkemli. Güçlü. Başı, kolları ve elleri, bacakları ve ayakları olmayan bir « gövde ». « Aleti »yle. Peki bu eserde bu kadar çarpıcı olan nedir? İnsanoğlu binbir biçime girdi çıktı, girdi çıktı ve böylece kalakaldı mı ? Böyle de olabilir mi ?
|
M. Şehmus Güzel (solda), Coşkun (sağda) |
Olabilir diyor sanatcımız. İnsanoğlunun en önemli eylemlerinden biri « aşk yapmak » ve « yaratmak » olmalı. Mutlaka. Coşkun bu en önemli eylemi kendine özgü görüntüleriyle yansıtıyor. Duygulanmamak elde değil. Meseleye « erkek gözüyle » bakıyor. Girişimci, eylemci ve « işi bitirmeci » hep erkek. Olabilir. Böyle « durumlar » var. Kadınlar ama sadece bacaklarını kaldırmak ve kalçalarını ayırmakla yetinmiyorlar. Kimi « asılanlar » da ellerini kaldırıyor ve « teslim oluyorlar ». Hepsi tek tek irdelenmeye açık ve duygu yüklü eserler. Coşkun’un kadın ve erkek feministler tarafından « topa tutulma» olasılığı bulunuyor. O nedenle bu meseleyi bir dahaki sefere onunla mutlaka konuşmalıyım diyorum. Bu arada ve bu vesileyle sanatcımızı savunmak için « çift »lerini kürsüye çağırıyorum. Daha önce birkaç sergisinde görücüye çıkan « çift »ler yaratıcılarını savunuyorlar, « Coşkun’da kadın ve erkek arasında ayrıcalık yoktur » diyorlar. İnanıyorum ve ben de onlara katılıyorum. Sanatcının tarzını eleştirmemek gerekli elbette. Neden böyle yarattığını sormalı. Peki. Bi dakka serginin 23 mayıs 2010’a kadar açık olduğunu yazmadan geçmek yok.
Sonra Coşkun’un Les Ulis’teki «
Être ainsi » isimli ve « dünya kültüründe kadınlık durumuna » ilişkin karma sergideki
eserlerini görmek için otomobile atladığımız gibi kendimizi bu şirin ve bir ölçüde yalnız bırakılmış « yeni kent »te bulduk. Orada da «
Espace Culturel Boris Vian »ı. Çevrede şalvarımsı geniş pantolonlarıyla ve renkler karmaşası eşarplarıyla kiminin başı örtülü birkaç yurttaşımızı gördük. Yanlarında daha genç ve şipşirin çocuklarıyla. Grup olarak onlar da sergiyi gezmeye, medar-ı iftiharları sanatcılarımızın eserlerini görmeye gelmişler. Burada Coşkun tek değil.
Gökşin Sipahioğlu da var : Kasım 1962’de Küba’dan, Temmuz 1964’te Nijerya’dan, Nisan 1965’te Pekin’den, Mayıs 1968’de Paris’ten ve aynı zaman dilimlerinden birinde İstanbul’dan getirdiği
birer kadın portresiyle katılıyor. Gökşin’i ve fotoğraflarını ayrıca yazmak lazım.
Sanat tarihcisi
Laurence d’İst’in özenle ve büyük çabalar sonucunda hazırladığı ve başarıyla sunduğu "Etre Ainsi" başlığını taşıyan ve « dünya kültüründe kadın varlığını » simgeleyen bu sergide Coşkun ve Gökşin yalnız değil. Yanlarında son derece yetkin, ünlü birçok sanatcı da yapıtlarını sergiliyorlar. Onları anmadan geçmeyelim :
Finlandiya’dan Kaarina Kaikkonen,
Polognya'dan Ludwika Ogorzelec,
Hollanda’dan Mark Brusse,
Almanya’dan Uwe Schloen,
Fransa’nın deniz ötesi bölgesi La Reunion'dan Sentier,
Danimarka'dan Denis Virlogeux,
« Güzellik Adası » Korsika'dan Aude Ambroggi,
Fas'tan Najia Mehadji,
Fransa’nın en önemli plastique sanatçılarından Ernest Pignon-Ernest, Jacque Villeglé, Jacques Bosser, Aurélie Foutel, Rivaboren, Christine Jean, Laurence Drocourt, Christophe Ronel, Alman ve Fransız Michael Gaumnitz. Toplam on dokuz, ve her biri diğerinden farklı ve her biri büyük sanatcı 800 metrekarelik sergi alanını baştan aşağıya, tabandan tavana donatmış. Seyirciye dolaşmak, seyreylemek ve kendinden geçmek kalıyor.
Şimdi gelin
Coşkun’un eserlerine bakalım : Serginin bir tür tiyatro sahnesi gibi hazırlanmış en iyi köşesine kurulmuş Coşkun’un « yaratıkları » bir bütünlük yansıtan, birbirleriyle ilintili, biri havada « dolaşan » veya kanatlarıyla uçuşan/uçuşmaya çalışan, her isteyen uçamaz çünkü kanatlı bile olsa, birçok parçadan oluşuyor.
|
"Diabesque" |
Tümünü anlatmaya kalksam roman olur. Şakası yok bunun. Önce eserlerinden birkaçının ismini yazmalıyım : « Hop », « Gant d’Or », « Sultan », « Femme Jaune », « Diabesque », « Grappe », « Sekulad »... İşte görüyorsunuz her biri bir roman. En iyisi bunlardan birkaçı konusunda Coşkun’a sorduğum soruya verdiği yanıtı aktarmak :
MŞG : « Diabesque », « grappe » ve « hop » isimleri nereden gelip nereye gidiyorlar ?
Coşkun :
Heykellerime değişik isimler koyuyorum. İşte örnegin "Diabesque». Temelinde Türkçe arabesk ile Fransızca « diable » (şeytan anlamına geliyor) sözcükleri bulunuyor, ikisinin karışımı ile dillerde ve sözlüklerde bulunmayan bir sözcük ortaya çıkardım. Aynen heykelim gibi, özü bir ağaç olan bu « figure » benim devreye girmemle nasıl heykele dönüşüyorsa, bu sözcükte iki ayrı dildeki iki ayrı kelimeden böyle çıktı ortaya.
« Grappe » Fransızca bir sözcük. Eski Yunan yada Romen heykellerinde insan « alet »leri saklanmaz yada örtülmezdi, Rönesans döneminde insan « alet »leri üzüm yaprağıyla sansürlü bir biçimde saklanmaya baslandı.Günümüzde bunu anımsatmak istedim : Bunun için Les Ulis'teki benekli « couple » (« çift ») heykelinde olduğu gibi, yaratıklarımı ellerinde üzüm salkımıyla « alet »lerini saklıyorlar biçimde yansıttım. O zaman da ismini « grappe » (« salkım ») koymak şarttı artık.
« Hop »a gelince bu ismin yaratıcısı Laurence d’İst. Bildiğin gibi sanat tarihcisi ve küratör, sergi yaratıcısı diyelim istersen, ismi o koydu. Mutlaka bir bildiği, bir düşündüğü vardır, en iyisi soruyu ona sormalı.
Söz veriyorum bunu bir dahaki sefere Coşkun’un eşi Laurence d’İst’e soracağım. Burada bir Türkçe bir Fransızca kelimeyi alıp çalkalayıp, sarsalayıp, sersemletip, tırtıklayıp hiçbir yerde bulunmayan yeni, orijinal, çarpıcı ve birkaç anlamı birden içeren, birçok imgeyi çağrıştıran sözcük yaratma alışkanlığının bizim deli fişek biraz da ıslanmış tabanca
Fikret Muallâ’da bir tür « hastalık » biçimini aldığını anımsatmak istiyorum. Onun « yarattığı » sözcüklerden küçük bir « Fikret Muallâ dili » bile yaratılabilir sanıyorum. Kimbilir ? Bir de iyi bir dişi yarış atının isminin « diabesque » olduğunu anımsıyorum.
Her şey olabilir, ama şeytanımsı bir yaratıkla, girintili çıkıntılı, kıvrımlı, bezeli ve gizemli, kelebek kanatlı ve bir parça tedirgin edici ve renkli bir yapıt ortaya çıkarmak ise Coşkun’a özgü. O yapıtın isminin « diabesque » olması artık kaçınılamaz(dı). Böylesi de ona yakışır.
GÜNDEMDEKİ SERGİLERİ :
COŞKUN’UN anıtsal heykellerini Paris’e ve aynı zamanda birbirine çok yakın iki ayrı mekanda izlemek mümkün :
Başka mekanlarda ve yakında İstanbul’da sanatseverlere merhaba diyecek anıtsal heykelleri ve Coşkun.
**********************************************