Perşembe, Kasım 22, 2012

MISIR APARTMANI'NDA KEYİFLİ BİR ÖĞLEDEN SONRA...

Bir Başkentin Su Yolları ve
merhum Prof. Dr. Kazım Çeçen
Geçtiğimiz hafta sonu aziz dostum Mine Akdeniz ile İstiklal Caddesi'ndeki sergilerin bazılarını gezdik...
Su kemerlerinden birinin içi...
Önce "Bir Başkentin Su Yolları" sergisini gezdik. Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Merkezi, Prof. James Crow ve Prof. Dr. Derya Maktav küratörlüğünde, Dr. Buket Coşkuner koordinatörlüğünde hazırlamış bu sergiyi. Analog ve dijital tasarımlar "Tetrazon" tarafından yapılmış... İstanbul'un tarihi çeşmeleri ile yıllarca uğraşmış biri olarak su kemerlerinin içini hep merak ederdim. Bu sergide teknoloji o kadar güzel kullanılmış ki bizzat oralara girip gezmiş kadar oluyorsunuz... Bu arada tabii ki İstanbul ve su yolları denince bu konuda ilk akla gelen isim ve ilk bilimsel çalışmaları başlatıp sürdüren merhum Prof. Dr. Kazım Çeçen'i, resimde de olsa orada görmek çok güzeldi. Sonra Mısır Apartmanı'na gittik. Mübarek, kendisi zaten bir müze/yapı! Birçok galeri de orada. Mine merdivenlerin önünde turist gibi poz verip, bir resmini çekmemi istedi hatta! 

Mısır Apartmanı'nda ilk önce Galeri Nev'e, Mike Berg'in "Basit Geometri" (Simple Geometry) sergisine gittik.
 "Art Nouveaux-sever" Mine 
Mike Berg, 1999 yılından beri İstanbul’da yaşayan bir sanatçı. Metal heykellerinin yanı sıra büyük boy kilim ve tuval üzerine işleme tasarımları ile tanınıyor. Yapıtlarını “karşı kültürlerin öğelerini ödünç alıp sentezlemek “ şeklinde açıklayan Mike Berg, bilinen en temel geometrik formları; küre prizma ve piramidi temel alarak metal sarmallar ile biçimler oluşturuyor. 
Sergide temel geometrik formlarla üretilen heykellerin yanı sıra büyük boy çelik duvar heykelleri de var. Sanki duvara yapılmışmış gibi duran bu desenleri Berg şöyle tarif etmiş: 
Mike Berg- Simple Geometry
(Fotoğraf: Galeri Nev Arşivi)

“Duvar yüzeyindeki metal işlerimi ortaya koymamın temelinde desen üretimi anlayışının da yeri bulunuyor. Bu işlerin kağıttan ziyade metal üzerinde var olduklarını da söylemek mümkün. Mürekkeple yapılmış, ancak kağıt üzerinde olmayan desenler de diyebiliriz onlara. Öte yandan duvar işlerinde çalışırken hoşuma giden bir diğer etken de belli bir mesafede duvara konuşlandırıldıklarında yarattıkları gölge oyunları.”
Berg'in ne dediği, Galeri NEV'in girişindeki duvara bakılırsa daha iyi anlaşılabilir!
Sonra Nejat Satı'nın "Halet-i Ruhiye" ("State of Mind") sergisinin olduğu "Pi Art Works" vardı sırada! Gördüğümüz işler bizim de halet-i ruhiyemizi değiştirdi, neşelendik! Mine, mesleğine tutkuyla bağlı bir eczacı, sanatla pek uğraşmadığını söyler ama yaratıcılığa karşı zaafı vardır. Endüstriyel tasarım okuyan yeğeninin master çalışmasını "Politecnico di Torino"da yapabilmesi için ciddi uğraşlar vermesi gibi pırıltılı gençlerin yolunu açacak bir sürü desteğin de görünmeyen kahramanıdır. İşte aynı ruh bu sergiyi şöyle yorumladı: "-Şimdi herkes 'no'lucak bunu ben bile yapardım' diyecek belki bu işleri görünce ama işte marifet akıl edip yapabilmekte!"

Daha sonra "Nesrin Esirtgen Collection" galerisine uğradık. Mehmet Ali Uysal'ın "Kabuk" ("Peel") başlıklı işlerini görelim diye. 4 beyaz duvar ve boş salona ilk girişte "Aaa işler nerede?" derken Uysal'ın yeni bir duvar yaparak "galeri içinde galeri" oluşturduğunu, sonra da yeni duvarları kabuk gibi soyup kaldırarak, kıvırıp bükerek, duvarın arkasındaki kiremitleri gösterip kapatarak, kimilerini dışarı alıp köşelerde yeni biçimler yaratıp, duvarla oynayarak bizleri şaşırttığını farkettik.  "İş" oydu!
"Kabuk", Mehmet Ali Uysal, "Nesrin Esirtgen Collection"
Nesrin Esirtgen de bu galeriyi kâr amacı gütmeyen bir sosyal sorumluluk projesi olarak açmış... Serginin sadece broşürü bile inanılmaz bir estetik ve ciddiyetle hazırlanmış, tasarımı Onur Bayiç, içerik İdil Ergün, Marcus Graf, Eda Derala tarafından oluşturulmuş. Fotoğrafları Teri Erbeş çekmiş. Sakın kaçırmayın!

Son durak, gene Mısır Apartmanı'nda Galeri NON'da o gün açılan, "Aşamalı Değişim("Incremental Change") başlıklı sergi oldu. Galeri NON, Meriç Algün RingborgOlof OlssonPilvi Takala ve Erdem Taşdelen'in işlerini bir araya getirmiş. 24 Aralık'a kadar sürecek sergideki işlerin ortak özelliği, sanatçılarının ya kendilerini yeniden kurgulayıp ya da yarattıkları hayali karakterler aracılığıyla düzeni sorgulayıp, klişelerden "çıkış olasılıklarını kurcalamaları" diye özetlenebilir. "Görmeseydim üzülürdüm" denecek türden bir sergi bu. Hele galerinin sahibi Derya Demir de oradaysa ve tatlı tatlı açıklamalar yapıyorsa siz gezerken...

Erdem Taşdelen- "I will not sail my boat into storm"








Derya Demir, Galeri NON'un kurucusu
Erdem Taşdelen’in "New Me" (2012) (Yeni Ben) projesi, son iki yıl boyunca kendine verdiği birtakım sözleri belgeleyen obje ve metinlerin çizimlerinden oluşan bir seri. Uyguladığı basit görsel tasvirler, ilkokul çağındaki çocuklara verilen aynı cümleyi tekrar tekrar yazdırma cezasını kullanarak çocuk pedagojisine gönderme yapıyor. İşlerinde tekrarladığı cümlelerden bazıları: “I will not make a spectacle of myself” (“Kendimi gülünç duruma düşürmeyeceğim”), "I will not compare myself to others" ("Kendimi başkalarıyla kıyaslamayacağım"), “I will not be overly critical” (“Aşırı eleştirel olmayacağım”)... Kendi açıklaması da şöyle: "Bu işlerde insanın kendisini kendi isteğiyle değiştirip dönüştürmesi olasılığı ile ilgilendimse de bu uğraş, yardımsız ve umutsuz bir girişim olarak da yorumlanabilir." 

Performans sanatçısı Olof Olssonsergide Walser'i Okumak" başlıklı işiyle yer alıyor. Ama onu görmeden önce girişteki duvarların birinde onun "Office Work" ( "Cutting 500 A4 pieces of paper into 8000 pieces of A8 paper."adını verdiği (tamamı 3 küsür saat sürüyormuş) videosunu görmek gerek. Olsson bu videoda 500 adet A4 kağıdı keserek ufak parçalara bölüştürüyor. Video tamamlandığında 8000 parçaya bölünüyor kağıtlar...
Walser'in NON'daki kitapları...
Derya Demir, Olof'un kestiği kağıtları onun
"Ofis"ine de taşıdığını gösteriyor...
Sonra "Reading Walser" ("Walser’i Okumak") işine geçiyorsunuz. Olsson bunun için NON’un bir odasında, İsviçreli yazar Robert Walser’in Almanca (yazıldıkları orijinal dildeki) kitaplarından oluşan bir kütüphane ile çevirmiş.  Bu odayı, haftanın 5 günü boyunca günlük çalışma saatleri içinde kendi ofisi olarak kullanıp NON’da vaktini yalnızca Walser’in kitapları ile Almanca öğrenmeye çalışarak geçiriyor. Walser, genellikle kurşun kalemle ve milimetrik harflerle yazan, bazı kitapları ölümünden sonra özel aletler yardımıyla çözümlenebilen, kullandığı sözcükler de "benim" diyecek kadar iyi Almanca bilenler tarafından bile kolay kolay anlaşılamayan bir yazar. Olof'un Walser’e olan özel ilgisi, bu yazarın modernitenin çok daha az iyimser ve kendinden emin yüzünü temsil ettiğine olan inancında yatıyormuş.  ("Borges Defteri" blogunda Walser'in bazı Türkçe öyküleri var, merak edip hemen okumak isterseniz!)

Meriç Algün Ringborg "Which No One Will Ever See" ("Hiç Kimsenin Asla Göremeyeceği") serisinde, Coppola’nın "The Conversation" (1974) ("Konuşma") ve Michelangelo Antonioni’nin "Blow-Up" (1966) ("Cinayeti Gördüm") adlı filmlerinden esinlenmiş. Farklı tekniklerden oluşan ve inanılmaz zahmetli bir takiple oluşan bir dizi işiyle bu filmlerde baskın olan "gözetim" olgusu ve "gerçek ile kurgu arasındaki kırılgan ilişki"ye dikkat çekiyor.
Her iki filmin de ana karakterleri ipuçlarının izini sürmek ve gizemleri çözmekle meşgulken, Algün Ringborg bu karakterleri saplantılı bir biçimde gözetim altına alarak ve karakterlerini parça parça yeniden inşa ederek durumu tersine çeviriyor. Bu bağlamda neler yapmamış ki! 
"Gölge" - Şeffaf yağmurluk
Harry Saksafon Çalar...
Coppola'nın "Konuşma" filmindeki ana karakter Harry Caul, bir ses izleme uzmanı, her an her yerde iki kişi arasındaki bir konuşmayı kaydedip duruyor. Caul'ü takip ettikleri değil de kendisi yapan tek özel zevki ise saksafon çalmak. Algün Ringborg'un serisindeki "Harry Saksafon Çalarken"de, Caul'ün filmde doğaçlama olarak çaldığı parçaların notaya dökülmüş hallerini görüyoruz. (Açılışta onlar gerçekten de çalınmış.) "Appartment" bir daire planını gösteriyor. Ama bu daire Caul'ün filmdeki evine ait. O evi bulup planını çıkarmış ve dairenin filmde görülmeyen fakat gerçekte sayısı iki olan giriş kapılarını gösteriyor. Duvarda asılı bir şeffaf yağmurluk ("Gölge") var. Bu da Caul'ün film boyunca sık sık giydiği bir şey ama burada onun kişiliğindeki görünürlük ve görünmezliği simgeliyor. 
"T'a Mektup"
"Bomb"
Diğer taraftan "Ben bir fotoğrafçıyım" ile bir ses kaydını dinliyoruz. Burada da bir kadın sesi Blow-UP'daki moda fotoğrafçısı (Thomas) karakterinin çekim yaparken mankenlere söylediği sözleri tekrarlıyor. "Başını çevir, yana eğil" v.b. gibi. Derken bu komutlar üstüste bindikçe sesin sahibinin de gerildiğini farkediyorsunuz. "Bomb" filmdeki Thomas'ın kullandığı Nikon kameranın aynısı. Kamera duvara gömülü bir camekanda, kesekağıdı içinde sergileniyor. Nedeni filmdeki delilleri ortaya çıkarmada baş rolü oynarken, kendisinin de neredeyse bir "delil" haline dönüşmesi... Algün Ringborg neyse ki bu takipten en sonunda yorulmuş ve "Letter to T" (Thomas'a Mektup) yazıp, ona artık karakterinin gölgesi olmaktan yorulduğunu, o gerçek yerlere gittiği, gerçek nesnelere dokunduğu halde gerçek olmamasına rağmen kendisi iki yıl süren bu iz sürmeyi biraz daha uzatırsa "tamamen ortadan kaybolabileceğini hissettiğini", oysa bunu da hiç istemeyip "var olmak" istediğini söylemiş. 

Serginin en şaşırtıcı işlerinden biri de Pilvi Takala'ya ait "The Trainee", ("Stajyer") idi. Pilvi Takala, meşhur hizmet sektörü şirketi "Deloitte" ve Helsinki’deki Kiasma Çağdaş Sanat Müzesi işbirliğiyle gerçekleştirdiği 2008 tarihli projesi "Stajyer"le sergiye katılmış. Takala,  Deloitte’ın pazarlama bölümünde bir aylığına stajyer pozisyonu üstlenmiş. Ama onun asıl amacını, yani varlığının bir sanat projesi yaratmak olduğunu şirkette çalışanların çok azı biliyormuş. Şirkette çalıştığı süre boyunca gizli kamerayla çekilen fotoğraf ve videolarda, Takala’nın saatlerce hiçbir şey yapmadan vakit geçirdiği, boş gözlerle baktığı ve hatta bir gün de bütün bir mesai günü süresince bir asansörün içinde durduğu görülüyor. 
Pilvi Takala. Deloitt'te boş boş otururken...
"-Sen böyle hiç birşey yapmadan ne yapıyorsun? Ne iş?" diyenlere "-Ben beyin işçisiyim, düşünüyorum" diyormuş. Sürekli aşağı yukarı inip çıkan asansörde ne yaptığı sorulduğunda da "Hareket beynime iyi geliyor" gibi cevaplar veriyormuş.
Takala, sonra ofis ortamında çabucak tuhaf bir karakter haline geliyor ve davranışları kendisinden uzak durmaya başlayan iş arkadaşları tarafından kuşkuyla karşılanıyor. Takala bu proje ile herhangi bir şey yapmayı reddederek toplumsal uygunluğa direnişin ve onu yıkmanın olanaklarını araştırıyor. 
Ayrılırken, bilgi ve iletişim teknolojileri hukukçusu kimliğim birden sıradan sanat tüketicisininkini bastırıyor, Derya Demir'e şu soruyu sormadan edemiyorum: 
-Peki bu çalışanlar da bilgileri dışında bu işlerde görüntülenmişler ve biz Pilvi'nin yanısıra onları da izliyoruz. Sonradan nasıl tepki göstermişler, izinleri alınmış mı?
Hepsinin imzalı rızaları alınmış elbette. Ne de olsa AB hukukuna tabi bir coğrafyadalar!

Hiç yorum yok: