Perşembe, Aralık 26, 2002

Nuhoğlu'nun "Mardin"leri, Belen'in "çardakları", Emrecan'ın "kuşları"...


Antalya I. Resim Festivali'nden...




“Son yıllarda turizm alanında yaptığı atılımlarla ülkemiz ekonomisine büyük katkıda bulunan Antalya'nın sadece deniz, güneş, kum ve tarihi değerleri boyutuyla tanıtılmasının artık yeterli olmadığı açıkça görülmektedir. Kentimizin, sosyal ve kültürel yaşamında söz sahibi olan kurumlar, Antalya'nın ülkemiz kültür sanat ortamına katkıda bulunacak aşamaya geldiğini vurgulamaktadırlar... Ancak bu kurumların kente var olmaları yeterli değildir. Varlıklarını sürdürmeleri, kent yaşamının bir parçası durumuna gelmeleri yerel yönetimlerin çabalarıyla olasıdır. Sanatın, kültürün bir kentin yaşam biçimine dönüşmesi belediyelerin görevleri arasındadır. Antalya Büyükşehir Belediyesi, bu anlayıştan yola çıkarak 1. Antalya Resim Festivali'ni düzenlemeye karar vermiştir.”

Geçen kış, İstanbul’da, Armada Otel’de düzenlenen bir basın toplantısıyla Doktor Başkan Kumbul’un gerekçesini böyle anlattığı “o Festival”in zamanı gelince – 14-20 Ekim- biz de Antalya’ya gidiyoruz. Kültür Bakanlığı, Antalya Kültür Sanat Vakfı, (AKSAV), Antalya Sanatçılar Derneği (ANSAN) işbirliğiyle düzenlenen Festival açılışını ÇEKÜL Vakfı Başkanı Prof.Dr. Metin Sözen ile birlikte yapan Başkan Kumbul’u, Cam Piramit’te düzenlenen uluslararası Resim Fuarı’nda, eşi ve dostlarıyla birlikte suluboyaları gezerken buluyoruz:



“Her bıyıklı Stalin değildir”

“-Mutlaka eksikliklerimiz vardır ama, çok heyecan verdi bu festival bana” diyor Doktor Kumbul... Festival gerçekten heyecan verici, çünkü Kültür Parkı, Kır Kahvesi, Yavuz Özcan Parkı, Mermerli Park, Türk Evleri Terası, Yat Limanı, Kalekapısı, Üçkapılar, Karaalioğlu Parkı, Akdeniz Üniversitesi Kampüsü üs alınmakla birlikte “Winsor & Nevton Resim Yarışması ve Sergisi”, Konferans, Söyleşi, Panel, Özgün Baskı, Duvar Resimleri Uygulamaları, Açık Havada Resim Çalışmaları ve Sergisi gibi etkinlikler neredeyse tüm Antalya’ya yayılmış.

Açılış’ta AKM’de “Kent ve Sanat” genel başlığı altında yapılan Panel’e de ülkenin bu konuda düşünce üretecek önemli bilim insanları ve sanatçıları katılmış: Prof. Dr. Adem GENÇ, Prof. Dr. Tomur ATAGÖK, Prof. Dr. Metin SÖZEN, Prof. Kaya ÖZSEZGİN, Prof. Dr. Yüksel BİNGÖL, Prof. Dr. Hüsamettin KOÇAN, Prof. Dr. Zafer GENÇAYDIN, Prof. Dr. Ali AKAY, Doç.Dr. Zeynep Yasa YAMAN, Gürbüz AYDIN (GÜSAD), Neşe KAREL, (Yerel Gündem) Giray ERCENK, Antalya Kültür Sanat Vakfı/ Sırma TECELLİ, ANSAN, Prof. Dr. Mehmet ARMAN, Antalya Sanat Derneği, Sedef ALTUN, Mimarlar Odası, Selahattin TONGUÇ, Mehmet GÜLERYÜZ, Turgay GÖNENÇ ve 1976’da Belediye İşhanı duvarına yaptığı ‘‘Prometheus’’ resmi, ‘‘Stalin’e benzetildiği için 12 Eylül 1980 harekâtından sonra silinen” Orhan TAYLAN...

Panel'de bu işlemin tanığı eski belediye başkanı Tonguç tarafından bu olayın tekrar gündeme getirilmesi üzerine “Her bıyıklı Stalin değildir” diyen Taylan, daha sonra bu Festival ve Yarışma konusundaki görüşlerini “orhantaylan.com” adresindeki web sitesine de taşımış. Festival sırasında "duvar resimleri" de gündeme alınmakla birlikte, yine Antalya’da Şerif Erginbay (e-postası: serginbay@hotmail.com) yönetiminde yayımlanan kültür ve edebiyat dergisi “Bahçe”nin Eylül-Ekim 2002-31.sayısında yer alan, Sabahattin Şen'in “Duvar Resminin Derinliği” de okunursa, konunun derinliği daha iyi anlaşılıyor...

13. yüzyıldan bugüne Çardaklar
ve
Antalya’ya taşınan Mardin...


Ödül kazananların listesi Festival’in





Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Tekstil Bölümü mezunu Çiler Belen ise “Taş” temalı işlerinin yanısıra, geçmişi 13. yüzyıla kadar dayanan bir geleneğin temsilcisi olup, Akdeniz ülkelerinden İspanya, İtalya, Yunanistan’da da görülen ve bugün yokolmuş “çardak”ların, Antalya’da hâlâ bulunan örneklerinin korunmasına dikkat çekiyordu. “800 yıllık çardakları yok etmek yerine, koruma altına almak gerekir. Talandan kurtaramadıklarımızın hiç olmazsa suretleri kalsın diyerek onalrı resmettim” diyen Belen1993’den bu yana kıl tela, ham keten, ham ipek üzerine tekstil boyası ile çalışmalar yapıyor...



Çiler Belen ve Çardakları...


Belen’in çakıl taşları...



Ve... Emrecan’ın özgür kuşları...


Bunlar da 1991 Denizli doğumlu küçük ressam Emrecan Sandal’ın işleri... -Sergiyi birlikte gezdiğim ressam arkadaşımın Emrecan’ın fırçasını çok "özgür", çok "yürekli" bulup, bu resimlere “bayıldığını” belirteyim!-



ve özgürce resmettiği diğerleri...




Emrecan sandal kimmiş? (C/V) ?



Cumartesi, Kasım 23, 2002

"The Connection Org"- Dünya Edebiyatı Serisi'nden:



"If the truth of a nation can be found in its fiction, here's the world today: A 5-part series on literature from countries in the midst of change. We're talking with novelists whose stories are redefining national identity and challenging literary tradition.":
New Writers, New Realities...
Yukarıdaki linkten 5 bölümlük bu diziyi izlemek ilginç olabilir... Eserleriyle "Ulusal kimliklerini yeniden tanımlayan" yazarlar... İlk bölümde, Mexico, Güney Afrika, Rusya var!

Cuma, Kasım 01, 2002

Nuhoğlu'nun "Mardin"leri, Belen'in "çardakları", Emrecan'ın "kuşları"...


Antalya I. Resim Festivali'nden...




“Son yıllarda turizm alanında yaptığı atılımlarla ülkemiz ekonomisine büyük katkıda bulunan Antalya'nın sadece deniz, güneş, kum ve tarihi değerleri boyutuyla tanıtılmasının artık yeterli olmadığı açıkça görülmektedir. Kentimizin, sosyal ve kültürel yaşamında söz sahibi olan kurumlar, Antalya'nın ülkemiz kültür sanat ortamına katkıda bulunacak aşamaya geldiğini vurgulamaktadırlar... Ancak bu kurumların kente var olmaları yeterli değildir. Varlıklarını sürdürmeleri, kent yaşamının bir parçası durumuna gelmeleri yerel yönetimlerin çabalarıyla olasıdır. Sanatın, kültürün bir kentin yaşam biçimine dönüşmesi belediyelerin görevleri arasındadır. Antalya Büyükşehir Belediyesi, bu anlayıştan yola çıkarak 1. Antalya Resim Festivali'ni düzenlemeye karar vermiştir.”

Geçen kış, İstanbul’da, Armada Otel’de düzenlenen bir basın toplantısıyla Doktor Başkan Kumbul’un gerekçesini böyle anlattığı “o Festival”in zamanı gelince – 14-20 Ekim- biz de Antalya’ya gidiyoruz. Kültür Bakanlığı, Antalya Kültür Sanat Vakfı, (AKSAV), Antalya Sanatçılar Derneği (ANSAN) işbirliğiyle düzenlenen Festival açılışını ÇEKÜL Vakfı Başkanı Prof.Dr. Metin Sözen ile birlikte yapan Başkan Kumbul’u, Cam Piramit’te düzenlenen uluslararası Resim Fuarı’nda, eşi ve dostlarıyla birlikte suluboyaları gezerken buluyoruz:



“Her bıyıklı Stalin değildir”

“-Mutlaka eksikliklerimiz vardır ama, çok heyecan verdi bu festival bana” diyor Doktor Kumbul... Festival gerçekten heyecan verici, çünkü Kültür Parkı, Kır Kahvesi, Yavuz Özcan Parkı, Mermerli Park, Türk Evleri Terası, Yat Limanı, Kalekapısı, Üçkapılar, Karaalioğlu Parkı, Akdeniz Üniversitesi Kampüsü üs alınmakla birlikte “Winsor & Nevton Resim Yarışması ve Sergisi”, Konferans, Söyleşi, Panel, Özgün Baskı, Duvar Resimleri Uygulamaları, Açık Havada Resim Çalışmaları ve Sergisi gibi etkinlikler neredeyse tüm Antalya’ya yayılmış.

Açılış’ta AKM’de “Kent ve Sanat” genel başlığı altında yapılan Panel’e de ülkenin bu konuda düşünce üretecek önemli bilim insanları ve sanatçıları katılmış: Prof. Dr. Adem GENÇ, Prof. Dr. Tomur ATAGÖK, Prof. Dr. Metin SÖZEN, Prof. Kaya ÖZSEZGİN, Prof. Dr. Yüksel BİNGÖL, Prof. Dr. Hüsamettin KOÇAN, Prof. Dr. Zafer GENÇAYDIN, Prof. Dr. Ali AKAY, Doç.Dr. Zeynep Yasa YAMAN, Gürbüz AYDIN (GÜSAD), Neşe KAREL, (Yerel Gündem) Giray ERCENK, Antalya Kültür Sanat Vakfı/ Sırma TECELLİ, ANSAN, Prof. Dr. Mehmet ARMAN, Antalya Sanat Derneği, Sedef ALTUN, Mimarlar Odası, Selahattin TONGUÇ, Mehmet GÜLERYÜZ, Turgay GÖNENÇ ve 1976’da Belediye İşhanı duvarına yaptığı ‘‘Prometheus’’ resmi, ‘‘Stalin’e benzetildiği için 12 Eylül 1980 harekâtından sonra silinen” Orhan TAYLAN...

Panel'de bu işlemin tanığı eski belediye başkanı Tonguç tarafından bu olayın tekrar gündeme getirilmesi üzerine “Her bıyıklı Stalin değildir” diyen Taylan, daha sonra bu Festival ve Yarışma konusundaki görüşlerini “orhantaylan.com” adresindeki web sitesine de taşımış. Festival sırasında "duvar resimleri" de gündeme alınmakla birlikte, yine Antalya’da Şerif Erginbay (e-postası: serginbay@hotmail.com) yönetiminde yayımlanan kültür ve edebiyat dergisi “Bahçe”nin Eylül-Ekim 2002-31.sayısında yer alan, Sabahattin Şen'in “Duvar Resminin Derinliği” de okunursa, konunun derinliği daha iyi anlaşılıyor...

13. yüzyıldan bugüne Çardaklar
ve
Antalya’ya taşınan Mardin...


Ödül kazananların listesi Festival’in “www.antresimfest.org“ adresindeki web sitesinde mevcut... Bu hafta, biri mimar, biri tekstil mühendisi iki sanatçı ile bir küçük sanatçının yaptıklarını sunalım...

Bunlardan biri, son yıllarda farklı mesleklerden olsalar bile ortak noktaları “duyarlılık dozu yüksek” olanların müptela olduğu “Mardin sendromu”nu, çeşitli araç-gereç ve teknik (seramik, bakır üzerine gravür ve boyada karışık malzeme) kullanarak harika resimlere dönüştüren Y.Mimar Melek Nuhoğlu. İstanbullu Nuhoğlu, çeşitli “Mardin”leri Antalya'ya taşımıştı.

        





Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Tekstil Bölümü mezunu Çiler Belen ise “Taş” temalı işlerinin yanısıra, geçmişi 13. yüzyıla kadar dayanan bir geleneğin temsilcisi olup, Akdeniz ülkelerinden İspanya, İtalya, Yunanistan’da da görülen ve bugün yokolmuş “çardak”ların, Antalya’da hâlâ bulunan örneklerinin korunmasına dikkat çekiyordu. “800 yıllık çardakları yok etmek yerine, koruma altına almak gerekir. Talandan kurtaramadıklarımızın hiç olmazsa suretleri kalsın diyerek onalrı resmettim” diyen Belen1993’den bu yana kıl tela, ham keten, ham ipek üzerine tekstil boyası ile çalışmalar yapıyor...


      


Çiler Belen ve Çardakları...

    


Belen’in çakıl taşları...



Ve... Emrecan’ın özgür kuşları...


Bunlar da 1991 Denizli doğumlu küçük ressam Emrecan Sandal’ın işleri... -Sergiyi birlikte gezdiğim ressam arkadaşımın Emrecan’ın fırçasını çok "özgür", çok "yürekli" bulup, bu resimlere “bayıldığını” belirteyim!-

    

ve özgürce resmettiği diğerleri...

    


  

Emrecan sandal kimmiş? (C/V) ?




Perşembe, Ekim 24, 2002

Kula Sempozyumu ve Prof.Dr. Cevat Erder



Kula Turk Evi

Sokağa taşan çıkmalarıyla, geniş saçaklarıyla, yüksek duvarlarla çevrili iç avlularıyla, değişken sokak perspektifleriyle, “insana odaklı geleneksel Türk mimarisi”nin en karakteristik özelliklerini taşıyan bir yerleşim olan Kula (Manisa, Türkiye), son yıllarda yitirdiği “elle tutulan”(!) özgün dokusundan ve “elle tutulamayan” kültüründen geriye kalanları "kazanmaya" çalışıyor. Kula’da ve benzeri diğer Anadolu kentlerinde doğal ve kültürel mirasın doğru korunmasında en önemli nokta, bu mirasın gerçek sahibi yerel yönetimlerin seçilmiş yöneticilerinin "neye sahip olduklarının" gerçekten bilincine varması... Bu bağlamda, Kula'daki dönüşümde de Tarihi Kentler Birliği'nin ve ÇEKÜL Vakfı'nın yarattığı "etkileşimli iletişim" ve "bilimsel destek"in rolü büyük... Uygulanan stratejinin de. O strateji; “kamu-yerel-sivil-özel kesimden ‘diri’ kalabilenlerin birlikteliği”. Kula Belediyesi de halkın beklentilerini doğru yönlendirme ile dışarıdan gelen işbirliği önerilerinden ciddi ve uzun soluklu olanları ayırdetmede ve ikincilere dört elle sarılmada ciddi çabalar gösteriyor.

11 Ekim-13 Ekim 2002 tarihleri arasında yapılan "Kula -Koruma, Yaşatma, Geliştirme, Araştırma, Proje, Uygulama- Sempozyumu" bu bağlamda önemli bir örnekti. Kula Belediye Başkanı Selim Aşkın, Dokuz Eylül Üniversitesi Mimarlık Fakültesi, Kulalılar ve Kulayı Sevenler Derneği, Kültür Bakanlığı’nın Manisa İl Kültür Müdürlüğü ve Çekül Vakfı işbirliği ile düzenlenen üç günlük etkinliğin başından sonuna kadar “içinde” idi. Selim Aşkın, 800’ü tescilli, 2. ve 3. derece tarihi eserlerle birlikte toplam 2400 “tarihi eser” sahibi Kula’da “gerçek zenginliğin ne olduğunun ekonomik krizden sonra anlaşıldığını” söyledi. Sempozyum süresince "Kula'da Yaşam", "Turizm", "Geleneksel Konut Mimarisi", "Kentsel Doku Araştırmaları", "Koruma Önerileri", "Tarihi Çevrede Yeni Yapı" başlıkları altında bildiriler sunuldu, yerinde incelemeler yapıldı (Bildiri özetlerine ulaşmak isteyenler için e-posta adresi şöyle: nezihat.koskluk@deu.edu.tr ).

İzleyiciler arasına zaman zaman Kula’lı genç öğrencilerin de katılması ilginçti. Mesela bir lise öğrencisi “Kenan Evren Etnografya Müzesi’nin Kula Kent Müzesi’ne Dönüştürülmesi Projesi” başlıklı bildirinin sunumundan sonra, “Peki bizim bugüne kadar doğru dürüst bir müzemiz hiç olmadı, bunun nedeni Kula’nın coğrafi konumu olabilir mi?” diye bir soru sordu. “Hayır” dediler genç öğrenciye, “Kula bu konuda yalnız değil, çünkü kent müzesinin ne olup, ne olmadığını anlamak coğrafi konumdan daha önemli”... Sonra kent müzesi kavramı hakkında daha ayrıntılı bilgi verildi (Bkz. Tarihi Kentler Birliği’nin Kent Müzesi ve Arşivi Yönerge”si ) ...

O oturumu Prof. Dr. Cevat Erder yönetiyordu. Prof. Erder’i, Milliyet’in 80’li yıllarda yaptığı, -benim de içinde cansiperane çalıştığım- “Kültür Mirasımızı Koruma Kampanyası”nı bilen okurlar da iyi tanır, restorasyon ve koruma teorisi uzmanı Erder Hoca, uzun yıllar UNESCO’nun bu alandaki kuruluşu ICCROM’u yönetmişti, Roma’da. Sonradan Güneş’e taşınmak zorunda kalan “Tarihi İstanbul Çeşmeleri Kampanyası”da da uzaktan hayli destek vermişti. İşte uzun yıllar sonra Cevat Hoca ile Kula’da karşılaşmak heyecan verici oldu... Cevat Hoca, Kula Belediyesi’nin yer ve araç gereç sağladığı ÇEKÜL’ün geçici “Çevre ve Kültür Evi”nin açılışını yaptı. Onur Defterine yazdıkları şurada:
Erder Notu

Sonra Kula Belediyesi ve ÇEKÜL Ege Bölgesi Koordinatörlüğünün işbirliği ile onarılmış “Eski” ya da “Çukur Çeşme” çevresinde yine bir “çeşme onarımı” tartışıldı...

Bu arada ÇEKÜL Kula Temsilcisi Av. Nadir Yağlı ile tanıştık. İstanbul Hukuk ’76 Mezunu Yağlı, yıllardır, Kulalı’lara ücretsiz ödünç kitap veriyormuş. Yazıhanesinin camına buna dair bir levha da asmış. Şimdi Çevre ve Kültür Evi’ne, “7 Kitap Kitaplığı”na taşımış kitapları... “Hiçbir belge ya da teminat istemedim, ama her seferinde geri geldi kitaplar” diyen Yağlı, çok heyecanlı idi açılışta...
Gonullu kutuphane

Kula’dan sonra Uşak, Antalya, Afyon ve Kütahya’dan saptamalar var. Haftaya!



Salı, Ekim 22, 2002

“Aldatma”nın bilimsel açıklaması...





Prof. Dr. Cahit Can ile geçen ay, bir “HFSA” toplantısında tanıştık. “HFSA”; “Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi” grubu... “Onlar” Türkiye’nin dört bir tarafından bir avuç hukukçu ve felsefeci olup, İstanbul Barosu’nun evsahipliğindeki toplantıda, sanki başka bir yıldızdan gelmiş gibiydiler. Hukuk ve felsefenin kesişip ayrıldığı noktaları hararetle tartışırken, incelik ve nezaketi asla elden bırakmadan, birbirlerinin en ufak bir açığını kaçırmamaya dikkat ediyor, yeri geldiğinde kimsenin gözünün yaşına bakmadan taşı gediğine oturtuyorlardı. İçlerindeki kimi felsefecilerin; -mesela bir İoanna Kuçuradi, bir Betül Çotuksözen- hukukçulara göre daha çok tanındığını sanıyorum. Ama o hukukçulardan Ankara Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi öğretim üyesi Prof. Dr. Cahit Can’ın, bugünlerde adından daha geniş çevrelerde de söz edileceğine eminim. Nedeni de son yazdığı kitap: “Toplumsal İnsanın Evrensel Doğası ve Cinsel Suçlar”. Seçkin Yayıncılık'tan yeni çıktı. Hele de “aldatma”nın gelip gündeme oturduğu şu kesitte. Yazarı bu kitabı niçin yazdığını bakın nasıl açıklıyor:

“Bu kitabın yazılmasının başlıca amacı, biyolojik insanın konumundan giderek uzaklaşmaya başlayan toplumsal insanın kimi evrensel; yapma, düşünme, duyumsama biçimlerinin olup olmadığının saptanması ve bu biçimlerin kültürel kurumların yönünü ne ölçüde etkilediklerinin sorgulanmasıdır. Kültürel tüm kurumların eş süremli ve art süremli (tarihsel) tüm gelişmeleri araştırılamayacağı için, biyolojik cinsellik ve ondan kaynaklanan cinsel suçlar, araştırmada temel öge olarak ele alınmışlardır. Tarih, sosyoloji, felsefe, psikoloji, hukuk vb. gibi insanbilimlerinin ortaklaşa konularına yönelerek disiplinler arası bir sentez oluşturma çabasıyla hazırlanmış olan bu eser, toplumsal insanın; antropolojik, sosyolojik, psikolojik konumunu ve özellikle felsefi düşüncenin ve hukukun hangi insani eğilimler uzantısında varlık kazandıklarını ve ayrıca cinsel suç kavramının ne tür fiilleri kapsayabileceğini merak eden herkese hitap etmektedir”...

Hiçbir toplumun “ihaneti” erdem olarak nitelendirmediğini belirten ve bunların nedenlerini araştıran Yazara göre, sayısız bilinmeyene doğru yanıtların getirilebilmesi, kendisinin giriştiği gibi; antropoloji, tarih, sosyoloji, felsefe, psikoloji, hukuk vd. gibi insanbilimlerinin ortaklaşa konularına yönelinerek, disiplinler arası bir sentez oluşturma çabasıyla gerçekleştirilebilir. Prof. Can “toplumsal insanın evrensel doğası” belirlemesinin, sıkça sözü edilegelen “değişmez bir insan doğası” kavramıyla aynı anlamı taşımadığını çünkü toplumsal insanın gerektiğinde –biyolojik doğasını- dönüştürebildiğini ortaya koyuyor.

“Sonsöz”ü Ankara Hukuk Fakültesi’nin web sitesinde de tanıtılan bu kitabın “Önsöz”ü ile söyleyeyim:

“Bu kitap, yazarının otuz beş yıllık akademik yaşamının ilk yirmi beş yılında öğrenmiş ve öğretmiş olduklarıyla, son on yılına sığdırmaya çalıştığı birikim arasındaki uzlaşmazlıktan kaynaklanmış olduğu için, bir ‘reddi miras’ olarak da algılanabilir”.


YAYIN:17 Ekim 2002, Perşembe, Milliyet Kültür Sanat Eki






Bir “koreografik fırtına” ya da “sessiz diplomasi”...




“Koregrafik fırtına” benzetmesi “The New York Times” gazetesinin dans eleştirmeni Jack Anderson’a ait. Anderson, gazetenin 1 Ekim 2002 tarihli nüshasında yer alan, “Duvarları Patlamak Üzere: Odalar” başlıklı yazısında, “St. Mark’s Church”de (NewYork) izlediği “Silicon Dans Projesi”nden hayranlıkla sözediyor. Bu gösteriyi beğenip, geniş kitlelere duyuran, yalnızca “The New York Times” değil. “Time-Out” dergisi, çeşitli web yayınları, -artık taksilerde de izlenmeye başlanan- “Newyork One” televizyon kanalı, gösterilerin takvimini ve tanıtımını ABD’deki sanat çevrelerine duyurmaktan geri kalmamış.

13 Eylül– 05 Ekim 2002 tarihleri arasinda 5 kentte 11 gösteriden oluşan ABD turnesini tamamlayan “Silikon Dans Projesi”nde, 6 Türk ve 3 Amerikalı sanatçı artistik işbirliklerini sahneye taşımış. Türk tarafı, Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü Modern Dans Topluluğu sanatçıları. ABD tarafı, Massachusset’li “Chimerea Pysical Theatre”. Proje, dansçı – koreograf Alpaslan Karaduman ve Burge Öztürk ile ABD’li dansçı-koreograf Mollye Maxner’ın birlikte oluşturdukları “Room” (“Oda” ki bu eser ilk kez “Dans Platform -2 Türkiye” projesi kapsamında 2002 Mayıs’ında Ankara’da oynanmış) , Kelly Parsley in “Table” (Masa), Mikal Evans’ın “Dark Room” (Karanlık Oda) adlı çağdaş dans ve dans tiyatrosu yapıtlarından oluşmuş. Jack Anderson’un “duvarlarının patlamak üzere” olduğunu söylediği “oda benzetmesi” ile içinde yaşadığımız, bizi tanımlayan, kalplerimizde yarattığımız... odalara gönderme yapılmış. Koreografi, “soğuk, acı dolu, girilmesi zor” ve “sıcak, davet edici, esin verici odalar” yaratmış... Karaduman, Öztürk ve Maxner “bizim odalarımızı, odalarımızın bizi nasıl biçimlendirdiğini” göstermişler... “Silikon Dans Projesi” turnesini duyuranlardan Washington’daki Türk öğrencilerin oluşturduğu “Delikodu” haber forumu, bu gösterinin ABD’ye tam da 11 Eylül dolaylarında gelmesinin bir rastlantı olmadığını, “Massachusett’li Chimaera Physical Tiyatrosu ile işbirliği yapan, İslam dünyasındaki devlet destekli tek çağdaş dans grubu Devlet Opera ve Balesi Modern Dans Topluluğunun bir jesti” olduğunu vurguluyor.

Temsillerin Washington DC’daki gösterimi “Kennedy Center” yapılmış ve internet üzerinden bütün dünyaya canlı olarak aktarılmış. “Kennedy Center’a gelemiyorsanız üzülmeyin, internet üzerindeki canlı yayınları izleyin!” diyen web sitesine girip, “Arşiv”i tıklarsanız, bu yayının bir kısmını izlemeniz hâlâ mümkün... “Kennedy Center” web sitesinde “islam dünyası ilintisi” vurgulanmamış. “Türkiye devletinin bir modern dans topluluğunun, böylesi bir uluslararası işbirliği ile ilk kez ABD’ye gelişi” öne çıkarılmış. Bu vesile ile uzun süre İngiltere’de çalıştıktan sonra bu topluluğun kurucularından biri olması için “ana vatana davet edilen” Beyhan Murphy’den de sözedilmiş...

Devlet Opera ve Balesi Modern Dans Topluluğu sanatçılarının geçtiğimiz Pazartesi Turkiye’ye dönmüş olmaları gerekiyor. Bu konuda daha çok bilgi almak isteyenler olursa, aynı zamanda “Modern Dans Toplulugu Sanatsal Koordinatörü” görevini de sürdüren Alpaslan Karaduman’ın e-postası herhalde en kısa yol olacak:
alpaslankaraduman@hotmail.com!

YAYIN: 10 Ekim 2002, Perşembe, Milliyet Kültür Sanat Eki



Gölgeler daha ürkektir insanlardan...




Sanat ve reklam fotoğrafçısı Laleper Aytek, önümüzdeki hafta İzmir’de “Gölgelerde(n) ve Sonradan” başlıklı bir fotoğraf sergisi açıyor. Aytek, sergi için hazırladığı web kütüğünde (weblog) , Nietzsche’nin “Gene de gölgeler daha ürkektir insanlardan” deyişini başlık yapmış, gölgelere dikkatimizi çekiyor:

“Oradadır, koyudur; bir sokağın ucundan, bir binanın siluetinden, bir pencerenin altından, bir sandalyenin uzayan ayağından, bir insanın arkasından-önünden izler ve izletir dünyayı. Hep bir başka yerdedir; zamanla birlikte uzar, kısalır, yer değiştirir, parlar, koyulaşır, solar, incelir ya da kalınlaşır ama orada, hayatlarımızın içinde. ...Gölge onda bıraktığımız yaşamalarımızın ardından bize bakarken ve kendi başına buyrukluğunda yalnızdır aslında. Oyunbazdır, doğruyu söylemez, yanıltır, aldatır, bekle diyemezsiniz gölgeye, beklemez, sadece izler. Bir varmış, bir yokmuş gibidir. Ele avuca sığmaz, şaşırtıcı, kimi zaman da muzip” ...

Aytek’in 7 sergisi bu. Kadın Eserleri Kütüphanesi’nde, Türkiye’nin ilk “Kadın Sanatçılar Görsel Arşivi”ni oluşturmak da onun işi. ‘98’den beri dünyasına “dijital fotoğrafı” da katan Aytek, Metro Grosmarket’e Türkiye’de bir dijital fotoğraf stüdyosu kurup bir süre orada reklam-pazarlama müdürü olarak çalıştıktan sonra tekrar pür-fotoğrafa dönüyor şimdi. 9-28 Ekim 2002 tarihleri arasında İletişim Kitabevi’nde açık olacak İzmir sergisi, “fotograf.net” adresinden de izlenebilecek... Kalemi de en az fotoğrafçılığı kadar kuvvetli Laleper Aytek, “Fotoğraf.net”te ve Geniş Açı dergisinde düzenli olarak fotoğraf yazıları yazıyor.

“İçkalpakçı Çıkmazı / Bir Sokağın Monografisi”

İstanbul’un tarihi semtlerinden Samatya’nın İçkalpakçı Çıkmazı’nı konu alan ve aynı sokakta açılan belgesel fotograf sergisi, şimdi ikinci bölümüyle Fotografevi’ne taşınıyor. 25 Ekim’e kadar da açık kalacak. Kemal Cengizkan ve Dora Günel tarafından 2000 yılında başlatılan fotoğraf projesi, bu yılın Ağustos ayına kadar sürdürülmüş. Sokak sakinlerinin günlük yaşamları ve çevreleri belgelenmiş. Sözlü tarih konusunda çalışmalar yapmakta olan üç sosyolog, Gülay Kayacan, Ebru Soytemel ve Gamze Toksoy da, sokağın sosyo-ekonomik ve kültürel yapısını ortaya çıkarmak üzere anket çalışmaları yapmış ve görüşmeler gerçekleştirilmiş. Sergide 60 adet siyah beyaz fotograf, bir fotograf albümü, yürütülen sosyolojik araştırmanın özet sonuçları yer alıyor. Proje “Fotoğraf Vakfı” tarafından destekleniyor...

Anafilya Fotoğraf Yarışması

Hollanda’da, yalnızca internet üzerinden yayınlanan Türkçe Edebiyat, Kültür ve Sanat Sitesi “Anafilya”, fotoğraf sanatına verdiği önemi vurgulamak amacıyla bir yarışma açmış... Katılım için son tarih: 31 Aralık 2002. Katılımcılardan “Anafilya” sitesi içinde yayımlanan her hangi bir yapıtın (yazı, şiir, resim vb) fotoğrafla işlenmesi isteniyor.

Bu haftanın fotoğraf/yoğun içeriğini, Türkiye’de ve dünyada fotoğrafla ilgili ne varsa bulabileceğiniz, hem Türkçe, hem de “açık rehber sistemi “dmoz” ile oluşturulmuş harika bir site ile kapatalım: “fotografim.com ”...


YAYIN: 3 Ekim 2002, Perşembe, Milliyet Kültür Sanat Eki

Pazar, Ekim 06, 2002

Durun bakalım!..




Siz bu satırları okurken, Milliyet Sanat Dergisi’nin 30. yaşını kutlamış olacağız... 30. yaşını, ya da bir kültür sanat yayınının Türkiye’nin içinden geçtiği her türlü badireye rağmen 30 yıl “başına bir kaza gelmeyişini”!

Bazı okurlar, hem Milliyet Sanat Dergisi’ni, hem de elinizdeki bu “ek”i bulamadıklarını belirtiyor zaman zaman. -Bu vesile ile “dağıtımcılara” da bu konuyu iletmiş olalım. Perşembe günleri yayınlanan bu “Ek”, örneğin Cuma günü, bayide bulunamıyormuş.- “Bulamama” sorunu Dergi’ye abone olunarak aşılabilir tabii. Ek’i de birkaç gün sonra gazetenin Internet nüshasındaki “Kültür-Sanat”ı tıklayarak okuyabiliyorsunuz...

“Kültür ve sanat”ı günlük ilgi alanlarının içine alanların sayısı arttıkça sorun olmaktan çıkacak sorunlar bunlar... O sayı artışının nasıl olacağını kendine sorun edinenlere gelince... Onların hep büyük kentliler olduğu sanılır... Oysa durum pek öyle değil. Örneğin, son yıllarda Anadolu’nun dört bir yanında filiz vermiş ve yaşamaya çalışan edebiyat dergileri var.

Onları ilk kez hem fizik olarak, hem de sanal ortamda bir araya getiren Latife Tekin oldu. Bodrum’daki “Gümüşlük Akademisi”nde toplanıp, seminerler yaptılar, “yoksulluk ve edebiyat”ı tartıştılar. Akademi’nin -yenilenen ve bu haliyle çok daha hızlı yüklenen- web sitesinden bu Forum’un tüm ayrıntılarına ulaşabilirsiniz. Anadolu edebiyat dergicilerilerinin şimdi, bir de elektronik haberleşme grupları var. Üyelik de herkese açık. Dergilerden web sitesi de olanlar ise şunlar:

Ağır Ol Bay Düzyazı (Gebze), Aksan (Diyarbakır), Amik Edebiyat (Antakya)


Akademi, “Anadolu Edebiyat Dergileri Projesi”nin gerekçesini şöyle özetliyor:

1. “Türkiye'de taşra ile merkez, metropol ile çevresi arasında akla kara arasındaki uzaklık kadar bir uçurum vardır.
2. Osmanlı İmparatorluğu'ndan kalan bu çelişki, Cumhuriyette de çeşitli neden ve biçimlerle varlığını sürdürmüştür.
3. Bu çelişki, ülkemizdeki her modern girişimin önünde bir engeldir; dahası, toplumsal enerjiyi geriye doğru büken bir güçler çatışmasının da ifadesidir.
4. Bu gerçeğin değişmesi için, Anadolu'nun değerlerinin görülebilir düzeyde gün yüzüne çıkması, ifade olanaklarının ve kanallarının çoğalması, öncelikli yoldur.
5. Düşüncenin, sanatın ve edebiyatın laboratuvarı olan dergilerin, Anadolu'da bu çaba ve niyetin temsil alanlarından biri olması, başlı başına bir kazançtır.”

“Web” bu olanakların başında geldiği için bu bölümün yazarını en çok 4. Madde ilgilendiriyor elbette. Nitekim, Türkiye Bilişim Vakfı , Anadolu’da, bünyesinde kültür mirası barındıran ve ona doğru davranmaya kararlı olduğunu kanıtlayan yörelerden oluşan ve üye sayısı -geçen hafta sözünü ettiğim Edirne’deki toplantıda- tam 100’e ulaşan Tarihi Kentler Birliği’ne bir işbirliği önerisinde bulundu: "Türkiye’yi bilgi toplumuna taşımak için birlikte ne yapabiliriz?" Bir yanda düğmeye basıldığı anda tüm Türkiye’ye ulaşacak bir ağ, ama henüz elektronik değil, o yüzden iletişimde hız kaybediliyor, öte yanda tüm bilgi teknolojileri sektörünü peşine takıp, bir ulusal seferberlik adımı atabilecek bir bilişim sivil örgütü. Birincisinin söyleyecek, dünyaya taşıyacak çok şeyi var, ikincisi bunun yöntemini biliyor!

“Eh, daha ne bekliyordunuz?” der adama sonra gelecek kuşaklar...

Durun bakalım!...


YAYIN: 26 Eylül 2002, Milliyet Kültür ve Sanat Eki


Perşembe, Eylül 26, 2002

Cumhurbaşkanı Edirne'ye niye gitti?



Edirne Halk Egitim Merkezi


Edirne’de yapılan “Doğal ve Kültürel Mirası Geleceğe Taşıyan Güçbirliği” genel başlıklı Tarihi Kentler Birliği Toplantısı'nın açılışında, Cumhurbaşkanı Sezer, Türkiye’nin durumu ve kültür politikaları konusunda, her satırı çok önemli mesajlar yüklü bir konuşma yaptı. Edirne’den Türkiye gündemine en çok yansıtılan şey ise bu konuşma ve bu toplantıdaki önemli gelişmeler değil, Cumhurbaşkanı’nın “şartlar oluşursa Meclisi fesih yetkisini kullanabileceği” yolundaki sözleri oldu doğal olarak. Bu “doğal olarak”ın “o kadar da doğal olmayacağı”, -öyle ya, Cumhurbaşkanı kalkıp Edirne’ye niye gitmişti?- kültürün, günlük politika kadar önemseneceği günlerin yakın olması dileğiyle, konuşmadan bazı alıntılar:

" Yaklaşık bir yıl önce buluştuğumuz Kars toplantısından bu yana, Antakya, Tokat, Şanlıurfa ve Kayseri'de, sonuçlarını yakından izlediğimiz bir dizi toplantı gerçekleştirildi... Tarihi Kentler Birliği'ni, kentlerin gerçek sahipleri yurttaşlarımızın, yerel yönetimlerimizin öncülüğünde kentlerine sahip çıktıkları, demokratik bir platform olarak değerlendiriyorum... Türkiye'nin Avrupa Tarihi Kentler Birliği üyeliğine kabulünü, Avrupa Birliği ile bütünleşme sürecinde önemli bir adım olarak görüyorum... İnanıyorum ki, Türkiye özkimliğini oluşturan tarihsel ve kültürel değerlerini koruyup, bunları evrensel değerlerle bütünleştirerek Avrupa Birliği'nin üyesi olacaktır.

Kendi özdeğerlerini korumayan toplumların evrensel değerler sistemiyle bütünleşmesi beklenemez... Kendi kültürüne, tarihsel değerlerine, yaşadığı yere sahip çıkan, farklı kültürlerin düşünce ve eserlerine saygı duyan birey ve kuruluşlar, demokrasinin korunması ve geliştirilmesinin en önemli güvencesidir... Kentler, insanlık tarihinin aynasıdır... Sağlıklı ve kişilikli bireyler ancak kültür ve çevre değerlerinin korunduğu kentlerde yetişebilirler. Geçmişi, bugünü ve geleceği kucaklayan kentlerin çağdaş kimliği, bireyin kişiliğinin oluşmasında önemli rol oynar... Kentlerimizin tarihsel dokusunun ve kültür birikiminin korunmasının önemine dikkat çekerken, bunu, doğal çevrenin korunmasından bağımsız düşünemeyeceğimizi de belirtmek isterim... Kentlerin edilgen kimliksiz bireyleri olmak yerine, kent politikalarına katılan, kentin kimliğini koruyan etkin yurttaşlar olarak geleceğe yön vermeliyiz. Bu konuda yerel yönetimlere önemli görevler düşmektedir...

Kentleşme, kentlileşme olgusunu da içeren bir süreçtir. Projelerin ve planların uygulanmasında ilgili kurum ve kuruluşların eşgüdümü kadar, ilgili sivil toplum örgütlerinin ve yurttaşların desteği de büyük önem taşımaktadır...

Türkiye'nin Avrupa'ya çıkış yolu üzerindeki Balkanlar bölgesinin, Türkiye'nin çevresinde oluşturulması temel ereğimiz olan dostluk ve işbirliği kuşağının önemli bir parçası olmasını diliyoruz... Edirne'nin...tarihsel ve stratejik konumu, kente sorumluluklar yüklemektedir. Bölgesel dayanışma ve işbirliğinin sağlanmasında, Edirne önemli bir görev üstlenebilir. Tarihi Kentler Birliği'nin Edirne toplantısının, bu düşüncenin yaşama geçirilmesi için somut bir adım oluşturacağına inanıyorum..."




YAYIN: 19 Eylül 2002, Milliyet Kültür ve Sanat Eki

Cumartesi, Eylül 21, 2002

Geleceği biçimlendireceklerden misiniz?



“Heraklit ‘herşey akar’ dedi. Ama biz, sonuçlarını hiç düşünmeden dünyamızdaki doğal ve binlerce yıldır evrilerek gelen toplumsal-kültürel sistemlerin üzerini, karmaşık teknik sistemlerle doldurduk. İşte gittikçe çöken doğal çevre ve fakirleşen toplumsal yaşam kalitemiz bu sonuçlardan biri... O halde bu karmaşık sistemlerin ve akışın tasarımını yenibaştan ve önlem alıcı bir biçimde düşünmeye başlamak zorundayız. Hele, dünyayı akıllı sistemler ve muhteris zekâ ile sindirdiğimiz şu sıralarda!”

Böyle başlıyor Algının Kapıları 7: Akış konferansının gerekçesi. “Algının Kapıları” bir web sitesi, bir bilgi ağı ve bir kültürel hızlandırıcı. Alternatif bir gelecek düşleyen ve onu gerçekleştirecek tasarımlar için adım atan araştırmacıları, kâşifleri, girişimcileri, eğitimcileri ve tasarımcıları bir araya toplamak amacıyla kurulmuş. “Kapılar...” önümüzdeki yıllarda toplumsal, teknolojik ve teorik tasarım kararlarını etkileyecek düşünceleri ve onların aktörlerini bir araya getiriyor. Diyorlar ki, “Gözle görünen teknolojinin bilgisayar olduğu, ağlarla örülü bir çevre ve iletişim ortamındaki tasarım kararları, aslında süreç kararlarıdır. Bilgisayar gözden kaybolduğunda, çevre bir arayüz olur. Bunun içerik yönetiminden, bağlam yönetimine doğru bir hareket olduğunu söyleyebiliriz. O halde bağlam yönetimi ne demektir? İşte, ‘Kapılar...’ yalnızca nesnelerin değil, aynı zamanda insanların birbirleriyle iletişim biçimlerini de belirleyen tasarım sürecine ve dünyaya yeni yöntemlerle bakılması için gereken bir mercektir” . “Tasarımcı”nın ölçütü de hayli geniş: Eger, bir gün, mevcut durumu, tercih edilen duruma nasıl değiştireceğinizi bulmanız gerekirse, tasarım yapıyorsunuz demektir.” (*) Yani geleceği biçimlendireceklerdensiniz!

O halde siz de Kasım’ın 14’ünden 17’sine kadar sürecek olan konferansa katılmak için Amsterdam’a gitmelisiniz! Avrupa Konseyi, Hollanda Kültür Bakanlığı ve Amsterdam Belediyesi desteğinde yola çıkan ekip, bu konferansa katılmaya, özellikle tasarımcı, mimar, girişimci, politika belirleyici, eğitimci ve kent yöneticilerini davet ediyor. “Bu konferansı, içinde yaşadığımız doğal, insani ve endüstriyel sistemleri gözden geçirmek için düzenledik. Bunlar nasıl çalışıyor? Birbirlerini nasıl etkiliyorlar? Yayılgan bilgi-işlem biçimleri akışın belirleyeni olabilir mi? Bunları dünyaya farklı bakarak araştırmalıyız.”

Konferansta dünyanın dört bir tarafından gelecek olan “kamuoyu önderleri” kısa ve vurucu sunumlar yapacak ve izleyiciler, konuşmacılarla çeşitli gelecek senaryolarını tartışabilecekler. Katılacağı kesinleşenler arasında 21. yüzyılda doğaya saygılı yeni bir tasarım kültürünün egemen olmasını isteyen Manifestosu ile ünlü Bruce Sterling de var... Katılım için öğrencilerden 200, diğerlerinden 750 Euro isteniyor. Ancak, durumu bu ücreti karşılamaya elverişli olmayanlara da kapıyı açık tutmuşlar. Uçak bileti v.b. konularda kolaylık sağlıyorlar... Keza, bu etkinliği desteklemek isteyen kuruluşlardan da katkı kabul ediliyor. Ama pür-reklam veya tanıtım amaçlı olmayanlardan. Bu konudaki ilkelerini de web sitelerine koymuşlar...


(*) Prof. Herb Simon'a ait bu deyimin tam çevirisi için, Carnegie Mellon'da, onun öğrencisinin öğrencisi olmuş, Mimar Zeynep Uygun'a teşekkürler!

YAYIN: 12 Eylül 2002, Milliyet Kültür ve Sanat Eki

Pazartesi, Eylül 16, 2002

Beyoğlu’ndan Taksim’e akan ırmak...




Beyoğlu Beyoğlu olalı, herhalde böyle bir gösteriye ev sahipliği etmemiştir. Olmuş bitmiş birşey olmasına rağmen, bunu sizlerle paylaşmak boynumun borcu! Geçen Cumartesi sabahı, Galatasaray Lisesi önünde alışılmadık bir kalabalık toplandı. Baştan aşağı yeşil ve mavi renkte giydirilmiş çocuklar, at üstünde bir gelin ile bir damat, bir semah grubu, folklor ekipleri, yerel giysileriyle yüzlerce Tokat’lı, Tokat’ın Niksar, Erbaa, Reşadiye ilçelerinin yerel yöneticileri, onların İstanbul’daki hemşehrileri, Taksim’e doğru yürüyüşe geçti. “Yeşilırmak Yeşildi... Yeşil Kalacak” başlıklı “havza boyutunda kültürel koruma projesi”nin ilk adımı böyle atılıyordu. Projenin müellifi Prof. Dr. Metin Sözen ve Çekül Vakfı mensupları ile destekleyicilerinden Osman Arolat, Prof. Dr. Mithat Melen, Dr. Rüştü Bozkurt, Şeref Özgencil de yürüyüşçüler arasındaydı. Meraklı Japon turistler, meraklı meraksız diğer turistler ve Taksim’de ne olacağını merak eden İstanbullu’larla kafile genişlerken, tıpkı bir koreograf gibi davranan uzun boylu bir adam, ikişerli sıra olmuş yeşilli mavili çocukları, bir “S” çizerek yürütüyordu. Olayı görüntüleyen televizyon gazetecileri, uzun boylu adamdan bu “S”nin sebebini öğrendiklerinde, heyecanlandılar ve çekimleri baştan aldılar. Kıvrılarak akan “Yeşilırmak”tı bu...
S

“Yeşilırmak” İstiklal Caddesi’nden “akarken”, arkadan gelenlerle “Cadde-i Kebir”in oluşturduğu kompozisyon görülecek manzaraydı. Dev “Swatch” pankartının atında at üstündeki gelin, Fransız Konsolosluğu binasının önünde, dönerek kendinden geçmiş Kuyucak Semah ekibi, Maksem’in önünde insandan kuleler oluşturan Kelkit İlköğretim Okulu Halkoyunları ekibi... Yürüyüş biterken, bir süre Meydan’da halka birlikte oyunlar oynandı. Sonra Taksim Gezisi’nde bir gün öncesinden kurulmuş olan “küçük Tokat”a girildi. “Küçük Tokat” bir başka âlemdi. Burada son 24 saattir, gelip geçen İstanbullu’lara Tokat yemekleri sunulmuş, halk üç ilçenin geleneksel evlerine girip çıkmış, gece de filmler izlemişti. Bu evlerden birinde yapılan bir basın toplantısından sonra, Tokat yavaş yavaş toplandı ve gerçek coğrafyasına doğru yola çıktı... (Ayrıntılar ve görüntüler http://cekul.blogspot.com adresinde!)

Gelelim o “uzun boylu adam”a... O Tokat İl Özel İdare Müdür Yardımcısı ve Çekül Temsilcisi Adnan Şahin’di. Tokat kültürünü tanıtmak onun için herşeydi. “Kentinin fanatik bir hemşehrisi”, önüne engel çıktığında, tıpkı Yeşilırmak gibi “S”ler de çizerek hedefine ulaşan Şahin, bu etkinlik için adeta Tokat’ı İstanbul’a taşımıştı. Şimdilik yalnızca üç ilçeden 6 otobüs dolusu insan, yerel radyo ve televizyon ekipleri, kamyonlar dolusu yiyecek, içecek, el sanatı ürünü, ev, ev eşyası, çadır, at, araba, müzik aleti, giysi, gazete, kitap, getirerek, Taksim’i bir platoya çeviren Şahin, “II. Tokat çıkarması”nı Tokat ve Zile ile yapmayı plânlıyor. Yakında yöresel yemeklerle ilgili bir kitabı da yayınlanacak olan Adnan Şahin’den her ilde bir tane olsaydı, “elle tutulan ve tutulamayan” kültürü anlatmayı daha çabuk başarırdık...

YAYIN: 5 Eylül 2002, Milliyet Kültür-Sanat Eki

Cumartesi, Eylül 07, 2002

“Kilimwomen”...




“Kilimwomen” diye bir web-kütüğü ile karşılaştım. Kapadokya, Ortahisar’dan iki kızkardeş; Hatice ve Sultan, “Kilimwomen” sitesinde, düzgün bir İngilizce ve pırıl pırıl fotoğraflarla, bir taraftan aile yaşamlarından kesitler verirken, bir taraftan da Ortahisar’ı ve yörenin kilimlerini tanıtıyorlar. “Kilimin öyküsü”nü adeta bir Önder Küçükerman kitabından taranmış gibi; bir uzaktan, bir yakından anlatan, sistemli, albenili sayfalar. “Nasıl olmuş da bu ekip bu kadar ustaca...” derken Amerikalı Barbara (Sher) çıkıverdi altından...

Efendim, Barbara’nın yolu 1997’de Kapadokya’ya, Ortahisar’a düşüyor. Burada hem doğaya, hem de kilimlere aşık oluyor. Ne ki, bunları vaktiyle dokuyan Ortahisar’lı kadınlar, kilimleri pazarlayan aracı-toptancıların kendilerine çok az para vermesinden yılarak, bu işten artık vazgeçmişler. New York’a döndükten sonra, “Neden” diyor Barbara, “fakirlikten helâk olan Ortahisar’lı kadınlar, kendi dokudukları kilimleri internet üzerinden kendileri satmasın, neden bu sanat böyle göz göre göre ölsün?” 64 yaşındaki Barbara kolları sıvıyor. Dostlarından 4-5 bin dolar para toplayıp, önce “Kilimwomen” (=”Kilimcikadınlar”) adını vermeye karar verdiği web sitesi için iyi bir tasarımcı ile anlaşıyor, sonra da elinde bir iki dizüstü bilgisayar, tekrar Ortahisar’a gelip, yerleşiyor. Amacının ne olduğunu, sistemin nasıl işleyeceğini, sitesinin “Barbara’nın Rüyası” sayfasında dile getiriyor. Erişebildiği kadar çok sayıdaki “kâr amacı gütmeyen” kuruluşla iletişim ağları kuruyor, destek istiyor. Bu arada kilimci kadınlar yeniden örgütlenirken, bir de “Kilim/e-Ticaret” okulu da kuruluyor. Sistem çalışmaya başlayınca, Barbara da New York’a geri dönüyor. İşte Hatice ile Sultan, bilgisayarı, internet kullanmayı, web kameraları aracılığıyla kilim dokumasını ve de e-ticareti öğreten bu okulun ilk mezunları! Barbara’nın başlattığı site, şimdi onların web-günlüğüne eklemlenmiş.
Hatice Internet'e bağlanmayı da öğreniyor...

Bu proje, 70’ine yaklaşmışken, Barbara’ya bambaşka bir yaşam biçimi getiriyor: “Asya ve Ortadoğudaki Küçük Köylerde Yaşayan Kadınlara E-Ticaret Öğretmek” başlıklı bir toplumsal sorumluluk platformu . Barbara, bu kez kendi web sitesi ve elektronik bülteni üzerinden dünya ile iletişime geçiyor. Şimdiki “rüya”sı Nepal, Kamboçya, Hindistan, Filipinler’i de kapsıyor. Amaç yerel kültür mirası korunup yaşatılırken, -onu en çok üreten- kadınları bilgisayar okur-yazarı haline getirip, ekonomik açıdan kalkındırmak.
Barbara’nın rüyası bir yana, gelelim bizim siyasal partilerin Türkiye’yi “Bilgi Çağı”na taşımak için rüya veya stratejilerinin ne olduğuna. Bunu hiç bilmiyoruz. Biliyor muyuz? “E-Türkiye+” projesinin zamanlama durakları birer birer doluyor, ortada hâlâ göze görünen bir gelişme yok. Proje zaten kamu-yerel-sivil işbirliği ile bir “seferberlik” gerektiriyor. Bakalım şimdi, Eylül ortasında kültür mirasını korumak için örgütlenmiş Tarihi Kentler Birliği’nin Edirne toplantısı var. Bu kez Türkiye Bilişim Vakfı da davetli. Bu örnekten orada sözedilmesi iyi olabilir. Bakarsınız, elele verilmiş, seferberlik için gereken ilk adımlar orada atılmış. Bu da benim rüyam işte...

YAYIN: 29 Ağustos 2002, Milliyet Kültür ve Sanat Eki


“Geri iade”, “dâhi” ve diğer suçlar...




Aynı anlama gelen sözcükler, gereksiz yere hergün yüzlerce kez tekrarlanıyor. Sonra bunlar deyimleşiyorlar. Örneğin “geri iade”. Memleketi bir kaplamış ki, demeyin gitsin. Denemesi bedava! Arama motorunuzun kutucuğuna bir “geri iade” yazın. Sonra da gelen sonuçlara bir bakın:

  • Bir üniversitemizin hukuk müşavirliğinden: “Öğrencinin yatırmış olduğu yurt aylık ücreti geri iade edilmez, öğrenci ileriki ayların yurt ücretini peşin olarak ödemiş ise ilgili aylara ait ücreti geri iade edilir.”
  • Bir büyük kentimizdeki bir meslek odasının web sitesinden: “…hizmet ile ilgili talebinin avan proje en düşük bedeli kadar fatura aranması, harcının geri iade edilmesi…”
  • Bir üniversitemiz bilgisayar-okuryazarı yetiştiriyor: “Geri Al düğmesi aşağı doğru açıldığında son yapılan işlemlerin listesi görülecektir. Bunlardan istenen seçilerek yapılan işlemler geri alınabilir. Son yapılan işlemi tekrar geri iade etmek (yinelemek) için de aşağıdaki yollar izlenebilir...”
  • Bir bakanlığımızın sitesindeki “Nükleer Kaza Veya Radyolojik Âcil Hallerde Yardımlaşma Sözleşmesi”nden: “... Yardım eden tarafça istendiğinde, yardım talep eden devlet yardımda kullanılan ve geri iade edilmek üzere alınmış bulunan teçhizatın geri...”
  • İşi basındaki yanlışlıklara mercek tutmak olan bir yayından: “gazeteye gözünüz ilişmediyse endişelenmeyin; söz konusu ‘yasa tasarısı’nın öyle ‘ihanet’le filan ilgisi yok. Hattâ tam tersine, ... cemaatlerin ‘36 Kararnamesi’ olarak adlandırılan bir düzenlemeyle gaspedilen haklarını bir ölçüde geri iade etmeye çalışan bir tasarı bu.”
  • Bir büyük partimizin web sitesinden: “...ısrarla yanlış olduğunu ifade etmesine rağmen görüşüldü ve Sayın Demirel Cumhurbaşkanı idi ve Cumhurbaşkanı olarak geri iade etti…”



  • “...İade etmek sözü için vaktiyle geri vermek önerilmişti. Geri vermek dilde giderek yaygınlaşırken bir de iki sözün karması geri iade etmek çıktı. Kültürlü ve belli bir düzeye gelmiş pek çok kişiden geri iade etmek sözünü duydukça bunun dilde taban bulduğu düşüncesi akla geliyor. Bu durumu tespit ettikten sonra biz gene de şu öneride bulunalım: Ya iade edelim veya geri verelim, geri iade etmeyelim.” Prof. Dr. Hamza Zülfikar, Türk Dil Kurumu.

    İşte spor yazarı Murat Çelik: “Aldığınız bir malı bazen ‘geri iade’ edersiniz. Eder misiniz? Hayır edemezsiniz. Sadece ‘iade’ edebilirsiniz. Çünkü ‘iade’ zaten ‘geri’ vermektir.” Çelik, “ben dâhi”cilere de veryansın ediyor: “... Bunlar, ‘dahi’ anlamı taşıyanlar. Ama üstün zekalı anlamındaki ‘dâhi’ değil. ‘Dahi’. Kısa okunan ‘dahi’. ‘Daahi’ diye okunan ‘dahi’ değil. Sokaktaki vatandaşın ‘de’ ve ‘da’lar konusunda hassas olmamak gibi bir lüksü bulunabilir. Ama benim yok.”

    Bir de Radikal’de yazdığı haftalık “Dil Meseleleri”ni okumamak, benim için neredeyse “kanunu bilmemek mazeret değildir” kuralı ile eşdeğer olan Necmiye Alpay var. Alpay “Güzel Türkçemizcilik Hollywood Türkçeciliğine Karşı” (1999) başlıklı yazısında “geri iade” de içinde olmak üzere bu tür “anlamsal yinelemeleri” listelemiş ve bunlara “daha çok, yanlış denen sözleri kullanma suçunu işlemekten haz duyulabilen konuşma dilinde rastlandığına dikkat çekmiş. “İşlemekten haz duyulan suçlar” nitelemesine, bence 2002’de “yaptırımı ‘rating’ artışı olanlar” da eklenebilir. Yalan mı? Türkçe’yi katletmenin yaptırımı sizce nedir?

    YAYIN: 22 Ağustos 2002, Milliyet Kültür ve Sanat Eki

    “Sarıkız”ı görmeden geçmeyin...




    Haftaya Cuma (23 Ağustos), Edremit’in Çamlıbel Köyü’nde yapılacak bir şenliğe davetlisiniz! Daveti yapan Çamlıbel Köyü halkı ile Tuncel Kurtiz. O gün, kazanlarda etler, keşkekler, pilavlar pişecek, patatesler kızaracak, aşureler kaynatılacak ve Cuma öğle saatlerinde tüm köye ve yolu oralara düşen herkese açık sofralar kurulacak... Ağustos’un son günlerinde yapılan, geleneksel bir hayır yemeği bu. Bu gelenek, şimdi 22 Ağustos’ta başlayıp, 3 gün sürecek olan bir şenliğe dönüştürülüyor. Dönüştürenler de, bir süredir kentte yaşamaktan vazgeçip, bu köydeki Zeytinbağı Oteli’nde yaşayan Tuncel Kurtiz ile Zeytinbağ ekibi. Homeros’un İliada destanını on yılda tamamlanacak bir film ile yeniden yorumlamayı planlayan Kurtiz, geçen yıl çekilen ilk bölüm; “Sarıkız”ı da, o akşam katılanlara gösterecek. Gelen bültende, “ressam-heykeltraş Yavuz Tanyeli 3 metrelik bir meşe ağacını heykele dönüştürecek, ressam Muzaffer Akyol ve Bediş köyün duvarlarına çocuklarla birlikte resimler yapacak, Cihat Aşkın keman, Reyent Bölükbaşı çello ile Bach'dan Vivaldi'ye, Refik Fersan'a doğru dolaşacaklar, Sema taş plak sesi ile tangolarını söyleyecek. Ali Perret caz piyanosu ile eserlerini seslendirecek” deniliyor.

    “Sarıkız”ı İnternet’te biraz araştırdım. Nazan Özcan’ın Radikal’de yazdığı bir haberi kaynak alan “Kamera Arkası” sitesinde epey bilgi verilmiş. “Oyuncu Tuncel Kurtiz ilk belgeseli ‘Çamlıbel'de Bir Hayır’ı, TRT'nin Genç Sinemacılar'ı için çekti” diye başlayan sayfa -özetle- şöyle devam ediyor: “...Balıkesir'in Edremit ilçesinin Çamlıbel köyünün meydanı bir kalabalık bir kalabalık... O kalabalık arasından bir de ellerinde kameralar, ses aletleri taşıyan bir ekip var. Yapılan ‘hayır işi’ Kaz Dağı'nda yaşadığına inanılan Sarıkız için senelerdir aksatılmadan kotarılıyor. Çamlıbel köyündeki herkes bütçesi neye yeterse o kadar yardımda bulunuyor... köyün kadınları iki gün bu yemekleri pişiriyor. Cuma günü de hem köydeki hem de civardan gelen herkese bu yemekler ikram ediliyor... Gelelim Sarıkız'a... Hakkındaki riyavetler muhtelif. Bir iftiraya uğrayınca babası onu Kaz Dağı'nın tepesine götürüp bırakmış. Ziyarete gittiğinde kızından su istemiş. Sarıkız da Kaz Dağı'nın tepesinden eğilip bir eliyle Edremit Körfezi'nden bir eliyle de Saroz Körfezi'nden su getirince babası onun ‘farklı’ olduğunu anlamış. Sarıkız'ın hikâyesi böyle. Kurtiz de ‘Kısa güzeldir, kısa zordur, kısada bambaşka bir tat vardır.’ diyor... Yönetmen ‘hayır'ı biraz daha günümüze uyarlamış bir şekilde anlatıyor. ‘Bu bir imece, yazın bitip hasatın toplanmasından sonra yapılan bir yakarı, Tanrıya bir teşekkür aslında. Ben aslında ortaklaşa yaşamın hikâyesini çekiyorum... Bu benim İlyada'mın başlangıcı oluyor".

    “Sarıkız” efsanesinin geniş biçimde irdelendiği bir kaynak; “Tahtacılar.com”. “Kazdağı ve Sarıkız Efsaneleri” başlıklı incelemesinde, Doç. Dr. Ali Duymaz “Sarıkız”ın tam altı değişik öyküsünü derliyor, Metin Karadağ da bir başka bunları karşılaştırıyor. Duymaz, aynı konuda Balıkesir Üniversitesi’nin web sitesinde de bir araştırma yayınlamış...

    Son olarak, 16 Eylül 2000 tarihli Milliyet’te Edremit Meydanı’na dikilen “Sarıkız” heykeli hakkında bir haber. Başlık: sayfada“Sarıkız’ın namusu ortada kaldı”...

    Tıklayın!

    YAYIN: 15 Ağustos 2002, Milliyet Kültür ve Sanat Eki

    Cumartesi, Ağustos 17, 2002

    İranlı kadınların internet günlükleri...




    Bir süredir, internet kullanımı ile ilgili hemen her yayında “İran” özel bir yer tutmaya başladı. BBC, en büyüğü NRI (“Neda Rayaneh Institute”) olmak üzere, İran’da 8 internet erişim hizmeti sağlayan kuruluş olduğunu söylüyor. Iran’da internet erişmi sağlayan ilk kurum devlete ait “DCI” (Data Communication Company of Iran) olmuş. Bugün de aynı kuruluş denetimi elinde tutuyor. Bu insanların hangi kaynaklara erişebileceklerinin bu kuruluş tarafından belirlenmesi anlamına da geliyor. George Town Üniversitesi’nin kurduğu “Ortadoğu’da Yeni Medya ve Bilgi Teknolojileri” bölümünde Farhang Rouhani’nin İnteret erişimi ve kullanımının İran’daki farklı politik özellikleri hakkında yazdığı makale bu konuda ilginç bilgiler içeriyor.

    Kadınların ise İran’daki internet kullanıcıları arasında daha özel bir yeri var. Nedeni açık. Yıllardır baskı altında tutulmaları, dolayısıyla “iletişim” kuramamaları. Yine BBC’nin bir haberine göre 2001’de 400.000 kayıtlı kullanıcısı olan ve önümüzdeki yıllarda bu sayının 15 milyona ulaşacağı tahmin edilen internet ile özellikle kadınlar yeni bir “ses” kazanıyor. Aynı haberde İranlı kadınların bugüne kadar tabu sayılan ve üzerinde konuşulması yasak olan seks ve seks ilişkileri hakkında artık internet aracılığıyla özgürce fikir yürütmeye başladıkları belirtiliyor.

    BBC’nin, bu olgunun en somut göstergesi olarak dayanağı, “web-kütüğü” (“web-log”) denilen, çevrimiçi günlükler... Biçimlendirilmesi için web tasarımı bilgisi gerektirmeyen bu günlükler bir kere başlatıldığında etkileşimli de kılınabiliyor. Böylece günlük sahibi, içeriğini her güncellemesinden sonra yeni eklediği mesajlara tepkiler alabiliyor. Kimliğini belirtmeden böyle bir günlük tutan kadınlardan biri, bu yolla korku, endişe ve beklentilerini paylaşmaya başladıktan sonra onu okuyan bazı erkeklerin “kadına bakış”larını değiştirdiklerini, bazılarının ise “İranlı kadınlara saygısızlık ettiği” görüşü ile kendisini aşağıladığını ama sonuncuların azınlıkta olduğunu söylüyor...

    İranlı kadınlara “web-kütüğü tutma” yolunu ilk açan Kanada’da yaşayan gazeteci Hüseyin Derakşan olmuş. Derakşan’ın, bir web-kütüğünün nasıl başlatılacağı ve sürdürüleceği konusunda Farsça ve basit bir dille yazdığı rehberden 7 ay sonra tam 1200 web-kütüğü yayına girmiş. 27 yaşında bir gazeteci ve “mültimedya” tasarımcısı olan Derakşan, bu işi de kendi web-kütüğünden yapmış, çünkü İran’daki basın sansürüne karşı yazdığı yazılardan sonra İran gazetelerinde herhangi bir biçimde “fikir beyan etmesi” pek mümkün değil... İranlı kadınların web-günlüklerinin bir listesini de tutuyor ancak bunları okuyabilmek için Farsça bilmek gerekiyor...

    Sivil toplum örgütlenmelerinde de başı çeken İranlı kadınlar, yalnızca “içlerini dökmekle” kalmıyor elbette... Kültür ve sanatlarını dünyaya taşımak için önemli atılımlar yapıyorlar. Örneğin 1953 doğumlu çağdaş ressam Farah Osouli ile yapılmış “Neden Farklı Olmayalım?” başlıklı bir söyleşide, Farah, “insan figürü resmetmek günah sayıldığı için doğu sanatının daha çok dekoratif kalmasının nesi varmış, neden farklı olunmasın?” derken satır aralarında ilginç mesajlar veriyor…

    Velhasıl internet kullanıcısına bağlı olarak hayatı değiştiriyor işte…

    YAYIN: 8 Ağustos 2002, Milliyet Kültür ve Sanat Eki

    Pazartesi, Ağustos 12, 2002

    Avrupa Tarihi Kentler Birliği’nin 12. üyesi kim dersiniz?




    Avrupa Tarihi Kentler Birligi Logo


    Avrupa Birliği’ne hangi ülkelerin üye olduğu malûm! Onun alt kuruluşlarından biri de “Avrupa Tarihi Kentler Birliği”. Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun kurucusu Jean Monnet’nin “Avrupa Birliği kültür arayan bir politik yapıdır, şayet yeniden başlayacak olsaydım, kültürle başlardım” dediği gibi, birleşmenin kültürel boyutu da çok önemli. İşte bu amaçla kurulmuş Avrupa Tarihi Kentler Birliği’nin 12. üyesi Türkiye. Birliğe ekonomik açıdan tam üye olmak için uğraşıla dursun, içinde barındırdığı tarih ve kültür mirası ile Türkiye, çoktan Avrupa kültürüne renk katmış durumda. Bu katılım, Avrupa Konseyi’nin 50., Avrupa Ortak Mirası Politikası’nın 25. yılının kutlandığı 2000 yılında sivil toplum örgütleri, Çekül Vakfı ve Bursa Büyükşehir Belediyesi öncülüğünde kurulan Tarihi Kentler Birliği eliyle gerçekleşti. Bu bölümün sürekli okurları Tarihi Kentler Birliği’nin Antakya, Tokat, Şanlıurfa - sonuncusu geçen hafta burada yayımlanan “Kayseri-Talas-Ağırnas Buluşması”- gibi, Anadolu’nun her seferinde başka bir yerinde yapılan ve adına “buluşma” denen toplantılarını bilirler. Tarihi Kentler Birliği toplantıları, şimdilik kendi alan adı altındaki web sitesi tamamlana kadar “tkb.blogspot.com” adresindeki “web-kütüğü”nde, bir de Birliğin bastırdığı “Yerel Kimlik” dergilerinde belgeleniyor...

    Şimdiden bir sonraki toplantının adresini vereyim: Önümüzdeki Eylül’de “Edirne”!

    Tarihi Kentler Birliği’nin Kayseri’deki son toplantısından geçen hafta burada sözetmiştim. Bugün kalan yerimi aynı toplantıda yapılan “Yerel Yönetim Hukukunda Çevre ve Kültür Değerleri” paneline ayırmak istiyorum. Yük. Mimar ve Tarihi Kentler Birliği Genel Danışmanı Oktay Ekinci’nin yönettiği Panelin konuşmacıları Mimarlar Odası Kayseri Şubesi Başkanı Aytimur Güpgüpoğlu, Maltepe Üniversitesi Öğr. Üyesi, Tarihi Kentler Birliği Danışma Kurulu Üyesi Prof.Dr. Ülkü Azrak, Yük. Mimar ve Tarihi Kentler Birliği Danışma Kurulu Üyesi Mithat Kırayoğlu ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Vacit İmamoğlu idi. Sonunda Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi ve de Tarihi Kentler Birliği Danışma Kurulu Üyesi Prof. Dr. Ruşen Keleş’in genel değerlendirmesini yaptığı Panel’den bende kalan izler:

  • Mithat Kırayoğlu’nun “yasal olanla, meşru olan arasındaki makasın açıklığı”na dikkat çekmesi,
  • Prof. Dr. Ülkü Azrak’ın Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar başkanlığında hazırlanan hazırlanan 1961 Anayasası taslağına konulan, ama sonradan metin kesinleşirken “Devlet korur...” diye özetlenerek etkisi azaltılan “çevre koruma” maddesine hayıflanması, sonraki anayasalarda bu konunun daha yüzeysel ele alınması ve bunun diğer kanunlara da yansıdığını belirtmesi, meslek odalarının sivil toplum örgütleri ile karıştırılmaması, sonuncularla işbirliğine gidilerek “proje demokrasisi” yaratılması ve kamu kuruluşlarının ellerindeki tarihi eserlere “kötü davrandığı” saptanan memurlara yaptırım uygulanması önerisi,
  • Prof. Dr.Vacit İmamoğlu’nun “koruyacaksak turizm için değil, kendimiz için koruyalım” diyerek, tarihi eserlerin mutlaka üç boyutlu olarak çocuklara tanıtımını istemesi...




  • Yayın: 1 Ağustos 2002 Milliyet Kültür ve Sanat Eki

    Cuma, Ağustos 02, 2002

    “Şöyle ser de, lâf kucağımıza düşsün...”




    Tarihi Kentler Birliği’nin, geçen hafta yapılan “Talas-Kayseri-Ağırnas Buluşması”nın son günündeydik. İki günlük toplantıdan sonra Kayseri ve Talas gezilmiş, programın üçüncü durağı olan Ağırnas’ta, Mimar Sinan’ın doğduğu ev ve diğer tarihi yapılar ziyaret edilmiş, kafile bağları şarkılardan bilinen Gesi’ye de uğramış, dağların eteklerinde bir zamanlar güvercinler için yapılmış yüzyıllık kuşevlerine şaşılmış ve artık dönüşe geçilmişti. Gesi’nin eski belediye başkanı Ömer Özgün “Bir bağ görmeden geri dönemezsiniz” diyerek, bizi yakındaki bağına götürdü.  Bir Gesi bagi  Hemen çimenlerin üzerine yaygılar, minderler atıldı. İşte tam da o esnada, Hasan Özgen (Tarihi Kentler Birliği danışmanı, belgesel yönetmeni) yaygıları atan evsahibinin yakınına “Şuraya ortaya serin de, lâf kucağımıza düşsün” demez mi... Sözlü iletişimi seven bir toplumuz tamam da, bu kadar özgün deyişleri nereden bilelim? Hemen not ettim bunu. (*) Gesi’li Mehmet Sağıroğlu, “Geldiğinizden beri ben bu kafilede olaydım, size daha çok not tuttururdum” dedi. Eski Başkan Özgün de, yolda gördüğümüz kuşevlerinin geçmişini anlatmaya koyuldu. Bu kuşevlerini hiç görmedi iseniz, Tarihi Kentler Birliği’nin web-kütüğündeki fotoğraflarına bakabilirsiniz. Toprağa 90 derecelik dik açılarla inşa edilmiş, dev bacalara benzeyen bu yapılar yalnızca güvercinler için. Dikine havalanıp, dikine konabilen tek kuş türü olduğu için bunlara güvercinlerden başka hiçbir kuş bunlara giremiyor. Ömer Özgün korkutuldukları için kuşların artık çok azaldığını belirtti. Kusevleri


    Prof.Dr. Metin Sözen Bulvarı



    Acılıstan “Lâfı kucağa düşürmeden” önce, Ağırnas’ta anlamlı bir açılışa katıldık. Ağırnas Belediyesi, Mimar Sinan’ın doğduğu ev başta olmak üzere, tarihi mirasın korunması için yerel yönetime yol gösterip, kaynak yaratılmasına yardımcı olan, Tarihi Kentler Birliği’nin kurucularından, Çekül Vakfı Başkanı Prof.Dr. Metin Sözen’in adını, Ağırnas’a açılan bulvara verme kararı almış. Allahın kırında şıkır şıkır bir asfalt yol ve bir karayolu levhası: “Prof.Dr. Metin Sözen Bulvarı”... Katılımcılara yöreye has “Gilaboru” meyvasından yapılmış buz gibi şerbetler ikram edildi. Ağırnas Belediye Başkanı Mehmet Osmanbaşoğlu, onarımı süren Mimar Sinan Evi’nin “Dünya Mimar Sinan Kültür Merkezi” olması için çağrıda bulundu ve buraya ilk kitapların Sözen’den bağışlandığını belirtti. Talas Belediye Başkanı Orhan Say, Kayseri Valisi Nihat Canpolat, “Metin Hoca”larına içten teşekkür ettiler. Sonra o da konuştu ve “Bu yol aklın yolu olsun, bu yoldan güzel insanlar geçsin, bu yol, Mimar Sinan’ın açtığı çığırı yarınlara taşısın” dedi. İstanbul’a dönüldükten sonra, bu açılışı da yazmak için iznini istediğim Sözen’den harika bir de haber aldım. Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü’nün de desteğiyle 10 milyar TL’lık bir fonu Ağırnas’a doğru yola çıkarmış. Bu fon, Erciyes Üniversitesi işbirliğiyle kurulan “Mimar Sinan Araştırmaları Grubu”nun, Ağırnas’taki eski taş okulu onarıp, eski taş ustalarının hünerlerini yenilere öğretecekleri bir okulu hayata geçirebilmesi için kullanılacak...



    Adresler:
    Tarihi Kentler Birliği Web Kütüğü: http://tkb.blogspot.com

    Erciyes Üniversitesi: http://www.erciyes.edu.tr/

    Kayseri Valiliği: http://www.kayseri.gov.tr/

    Kayseri Büyükşehir Belediyesi: http://www.kayseribld.gov.tr/

    Talas Belediyesi: http://www.talasbld.gov.tr

    Erciyes Net: http://www.erciyes.net/

    (*) Daha sonra Kayseri Net'in "Kayseri Ağzı Sözcükleri" başlıklı sayfasında bir sürü ilginç deyişler buldum!

    YAYIN: 25 Temmuz 2002, Perşembe, Milliyet Kültür ve Sanat Eki

    Perşembe, Temmuz 25, 2002

    Karabuda, Tekin ve Gümüşlük Akademisi...




    Geçen hafta, yakın geçmişin ünlü yönetmenleri Güneş ve Barbro Karabuda ile Çeşme’de, sonra da Latife Tekin ile Gümüşlük Akademisi’nde bir araya geldik... Güneş Karabuda’nın İletişim Yayınları’nın yayınladığı “Uzakların Ötesinde” ile Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “İndim Zaman Bahçesine” ve “Zaman Bahçesinden Portreler”e eklenecek üçüncü kitabı yolda. Karabuda, bir taraftan da, aslen bir Avusturyalı olan Bonneval Kontu ya da Humbaraci Ahmet Paşa’nın yaşamöyküsü çerçevesinde Osmanlı - Avrupa ilişkilerine ışık tutacak bir “drama” çekmeye hazırlanıyor. Senaryosu da hazır olan projenin şimdilik tek eksiği “fon”. Bu film, Türkiye-AB ilişkileri açısından işlevsel bir kültürel yatırım da olacak, destek verebilecek kurumlara duyurulur! Ahmet Filmer’in Gümüşlük sırtlarında 15 dönüm araziyi vakfederek başlattığı, Garanti Bankası’nın destek verdiği, Latife Tekin’in “taş üstüne taş koyarak” canlandırdığı Gümüşlük Akademisi’ne yapılan yatırımın, dünya kültür – sanatıyla kurulan somut ilişkilerle katlanarak geliştiği gibi tıpkı...

    “Sanat, Kültür, Ekoloji ve Bilimsel Araştırma Merkezi Vakfı” Gümüşlük Akademisi, Haziran’dan itibaren, farklı disiplinlerde çalışan pek çok sanatçıyı biraraya getiren atölye çalışmaları yapılmaya başlamış. Biz oradayken, “Demir Adam” diye tanınan Fransız heykeltraş Alain Valtat geldi. 18 Ağustos'a kadar sürecek bir heykel atölye çalışması yapacak olan ve “Benim heykelim modern dünyamızın tamamlayıcı bir parçası, insan yapısı işe, düzene ve kaosa bir övgüdür. Heykelim harekete, sürekli yenilenmeye, görkeme ve yeni potansiyel arayışlarına, sadece bakmak yerine yeni görme yolları bulma başarısına bir övgüdür.” diyen Valtat’ın kendi web sitesinde de bu dediklerini somutlayan bolca malzeme var...

    Bu yazın önemli etkinliklerden biri de “Anadolu Edebiyat Dergileri Forumu” olmuş. Anadolu’da yayımlanmakta olan edebiyat dergilerinin çalışanlarını biraraya getiren forumda, akademisyenlerle birlikte dergicilerin sorunları tartışılmış. Latife Tekin’in, “Ağırlıklı olarak yoksullukla edebiyat arasındaki ilişki tartışıldı” diye özetlediği toplantıya, T. İş Bankası, Friedrich Ebert Vakfı, Açık Toplum Enstitüsü ve Diyarbakır Kültür Merkezi katkıda bulunmuşlar. Akademi’nin web sitesinde bu ilginç iletişimin özet notları mevcut...
    Latife Tekin, Temmuz ve Ağustos içinde gerçekleşecek diğer projelerden de söz etti. New York'tan gelecek çağdaş sanatçılarla yapılacak "Dijital Sanat Atölyeleri", Dijital Tasarım, İnternet Sanatı, Elektronik Müzik, İnteraktif Sanat ve Digital Video atölyelerinden oluşuyor. Ayrıca bu atölyelere malzeme sağlaması bakımından, bir de "Sualtında Fotoğraf ve Video" atölyesi var. Bu program antik Myndos kentinde tüpsüz dalış çalışmalarını da içeriyor. Ağustos ayı ortalarında Ayla Algan'ın baş rolünü oynadığı, Paul Bargetto'nun yöneteceği "Hekabe" oyunu ile Finlandiya'dan gelecek Eri Dans Tiyatrosu’nun "Ritüel" adlı bir gösterisi olacak. 4 Ağustos’ta ise Yaylı Çalgılar Kuarteti, Gümüşlük Akademisi anfi-tiyatrosunda klasik ve çağdaş programıyla bir konser verecek...

    Bu tarihlerde yolu Gümüşlük’e düşeceklere ne mutlu...

    Yayın: 18 Temmuz, 2002 Milliyet Kültür ve Sanat Eki



    Pazartesi, Temmuz 22, 2002

    9. Caz Festivali ve web’de caz...



    Bugün, 9. Uluslararası İstanbul Caz Festivali’nin 7. günü... Bu yılki festival büyük bir coşku ile başladı. Bir kere, İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın 9 yıldan beri özel bir bölüm olarak düzenlediği Caz Festivali’nin "babası"; Görgün Taner, tam da Festival başlarken, Vakfın Genel Müdürlüğü’ne getirildi. Her biri ardında güzel izler bırakan Melih Fereli ve Dr. Ersin Onay’dan sonra, bu görevin bu kez "Vakıf ailesinin bir bireyi"ne, hele Taner gibi, tanıyan herkesin çok sevip, çok saydığı birine teslimi çok olumlu yankılar uyandırdı... Bilgi Üniversitesi Sahne Sanatları Bölümü’nde öğretim görevlisi olan Görgün Taner, İKSV’de 1983 yılından bu yana çalışıyor. Taner, Avrupa Caz Festivalleri Birliği’nin başkanlığını da yürütüyor. Sonra, - krize rağmen - Festival’in geleneksel açılış mekanı Ortaköy, Esma Sultan Yalısı’nda verilen davet, "hala ayaktayız" dedirten cinstendi... Açılışta çalan ve New Orleans’tan gelen "Coolbone New Orleans Marching Band" 5 Temmuz’da İstiklal Caddesi boyunca bir ‘caz turu’ attı. Coolbone, iki gün sonra Barış Manço adlı vapurun yolcularına ‘cazlı’ bir Boğaz gezisi keyfi yaşattı... Son yılların en parlak "asit caz" ve etkileşimli elektronik müzik grubu Morcheeba, Hindistan sanatının ve kültürünün çok çeşitli geleneklerine kaynaklık eden, "kralların toprağı" Rajastanlı müzisyenlerden oluşan "Maharaja", Rio’nun ünlü Samba okulu Mangueira’nın karnaval davulcuları Funk’n Lata grubu, ardından Brezilya’nın divası Daniela Mercury ile samba cümbüşü... Bugün Açık Hava Sahnesi’nde Jan Garbarek... Yarın Erik Trouffaz, Antibalas... Cumartesi Okay Temiz Ritm Atölyesi, Us3 Yakuza + Naki; Pazartesi, Türkiye’ye ilk kez gelen 60’lı yılların rock kraliçesi Marianne Faithfull, aynı gece Fazıl Say’dan "Caz Parçaları ve Bahar Ayini"... Çarşamba Chick Korea...

    Bu coşkuyu bizzat yaşayabilen cazseverler için unutulmayacak bir Festival kısacası... Ne var ki, meraklılar için web’de sağlam caz kaynakları var. İşte hem Festival, hem de genel olarak caz ile ilgili bazı adresler:

    İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Resmi Sitesi:
    http://www.istfest.org

    ECM:rarum (Jan Garbarek ve diğer caz ustalarının bu site için kendi seçtikleri parçaları dinleyebileceğiniz bir kaynak) :
    http://www.ecmrecords.com/ecm/artists/68.html

    BBC Radio - Jazz Library (20’li yıllardan günümüze kadar cazın kilometre taşları)
    http://www.bbc.co.uk/radio3/jazz/jazzlibrary/lillekort.shtml

    "All About Jazz" - Caz hakkında her şey
    http://www.allaboutjazz.com/

    Akusta - (Türkçe) :
    http://www.akustamusic.com/

    Anlaşılan, cazseverleri İstanbul’da da, web’de de yoğun yaz günleri bekliyor...

    Yayın: 11 Temmuz 2002, Milliyet Kültür ve Sanat Eki

    Salı, Temmuz 16, 2002

    “Müzik Magazin”




    Geçen hafta, Evin İlyasoğlu’nun “Ayla’yı dinler misiniz?” kitabından yola çıkarak, “bu kolay kolay yetişmeyen türden değerli keman virtüozunun, yaşam öyküsünü -en az iki dilden- internet’e de taşımalı” demiştim. Çünkü yazıyı hazırlarken yapılan aramada, Erduran’la ilgili Türkçe kaynaklar arasında “dişe dokunur” bir çalışma yoktu. Sonra bir e-posta geldi. Serhan Bali’dendi. “Yaklaşık iki ay önce aktif hale getirdiğim Müzik Magazin’e bir bakın” diyordu . Baktım hemen tabii... Bakar bakmaz da bu haftanın konusu kendiliğinden ortaya çıktı!

    Serhan Bali çok iyi bir iş yapmış...

    “Ana Sayfa, Andante, Ajanda, Akademi, Linkler, Haberler, Diskotek, Röportaj, Müzik Festivali, Dergiler, Müzik Kitaplığı, Caz ve Dünya Müziği” bölümlerinden oluşan “Müzik Magazin”, sürekli güncellenen bir site. -Ana Sayfa’da yerleşik “Yorumcularımız” içinde Ayla Erduran da yerini almış...- “Andante” sayfası, aslında Serhan Bali’nin Açık Radyo’da aynı başlıkla yayınlanan “Klasik Müzik Dünyasından Yansımalar” programının bir nevi “kulis”i . “Ajanda”, adı üstünde, İstanbul’un klasik müzik sahnelerinde olup bitenleri, “Akademi”, ağırlıklı olarak Serhan Bali’nin “Açık Site”de yayımladığı makaleleri içeriyor.

    Açılışında “Tam anlamıyla balta girmemiş bir ormanı andıran siber alemdeki klasik müzik içerikli web mekanlarını bu bölümde sınıflandırılmış halde bulabileceksiniz” denen “Linkler” sayfasındaki sınıflandırma, “Besteciler, Çağdaş Müzik, Enstrüman Yapımcıları ve Satıcıları, Festivaller, İcracılar, Kayıt Firmaları, Konser Salonları, Kültür Merkezleri, Menajerlik Firmaları, Müzik Yayımcıları, Müzik Yayınları ve Dergileri, Online CD Marketler, Opera, Topluluklar, Web Radyoları ve Yarışmalar” biçiminde yapılmış. “Diskotek”te sanatçı, yapıt ve besteci diskografileri ile yeni çıkan CD, DVD ve VHS’lere yer verilmiş. “Dergiler” ülkelere göre sınıflandırılıyor. “Müzik Kitaplığı”, alfabetik olarak hazırlanan “Besteciler” ve “Yorumcular” ile “Genel Müzik Tarihleri” kaynaklarını içeriyor. Bu sayfada -herhalde içeriği yakında oluşturulacak- bir de “Ansiklopediler, Sözlükler, Rehber Kitaplar” bölümü var... “Caz”da Serhan Bali’nin, “Dünya Müziği”nde Serhan Yedig’in makaleleri yer alıyor.

    Serhan Yedig, “Röportajlar” bölümünün de baskın imzası. Yedig’in Toros Can, Shlomo Mintz, Gidon Kremer, Yo Yo Ma, Zeynep Üçbaşaran... gibi müzisyenlerle yaptığı röportajlar, yalnız müzikseverleri değil, edebiyat meraklılarını da “ziyadesiyle” tatmin edecek lezzette... Eh, Ana Sayfa’da bir de “Doğum Günleri-Ölüm Yıldönümleri” köşesi bulunduğunu da belirtirsem, sanki tek eksiği “sıkı bir grafik tasarım” olan “Müzik Magazin”in sözünü etmediğim bir yeri -herhalde- kalmamış olacak.

    Pazar akşamları 21.00’de FM 94.9’da kendi programında dinleyebileceğiniz
    Bali’nin niye böyle bir zahmete girdiğini merak edenler olabilir tabii. deki program tanıtım yazısında şöyle diyor:

    “Dünyanın en yaygın konuşulan dili olduğuna inandığım müzik sayesinde bir gün tüm kötülüklerin kalkacağına inananlardanım. Müziğin sunduğu güzelliklerin daha çok insan tarafından bilinmesi ve paylaşılması için kendi çapımda uğraş veriyorum. “

    Yayın: 4 Temmuz Perşembe, 2002, Milliyet Kültür ve Sanat Eki

    Perşembe, Temmuz 04, 2002

    Ayla’yı hemen dinlemeli!



    Remzi Kitabevi ISBN=975_14_0870_9Hani ele alınınca bitirmeden bırakılamayan kitaplar vardır ya, Evin İlyasoğlu’nun yeni yayınlanan “Ayla’yı dinler misiniz?”i benim için onlardan biri oldu... İlyasoğlu, Ayla Erduran’ın yaşamını onun ağzından anlattığı için kitabın adını da böyle koyduğunu düşünmüştüm önce. Ama kitabın sonuna doğru, bu başlığa sanki incelikli bir uyarı da saklamış gibi geldi bana. Bu “kolay kolay yetişmeyen” türden değerli keman virtüozunun, “yaşam öyküsünü dinlemeli, hem de bir an önce dinlemeli, sonra da harekete geçip, onu yaşarken daha rahat ettirmeli, bir taraftan da bu yaşamı -en az iki dilden- internet’e de taşımalı” diye düşündüm doğrusu...

    Batıdaki öğrencileri, kişisel sitelerinde yalnızca onun yanında “yetiştiklerini” bile -ör: Celisa Amaral Frias- gururla belirtirken, “Ayla Erduran” diye bir arama yapılınca, onun için özel olarak hazırlanmış bir web sitesi bulunmalı örneğin.(1) Bu yalnızca bir “kadirbilirlik” meselesi değil. Bir “varolma” meselesi. Nasıl futbolumuzla gurur duymaya başladıysak, kültürümüzle, sanatımızla, bilim insanlarımızla da “kendimizi önce bize, sonra dünyaya anlatabilme” meselesi. Bunun günümüzdeki en hızlı ve ekonomik yolu da internet . Nitekim, Türk Üroloji Derneği, Ayla’nın çok sevdiği babası, ürolog, Prof. Dr. Behçet Sabit Erduran için web sitesinde ayrıntılı bir bölüm hazırlamış.

    Benim Türkçe kaynaklar içinde yaptığım taramada, daha çok onun verdiği konser programlarına ilişkin kayıtlar bulundu.(2) Türkçe olmayanlar içinden, İngiliz “Prestige Elite” firmasının web sitesinden, Erduran’ın çaldığı parçalardan kaydı yapılmış bulunan bazı Brahms yapıtlarına ulaşmak mümkündü... Fakat en çok, dünyanın ünlü kemancı ve bestecisi Polonyalı Henryk Wieniawski için Polonyalılar’ın yaptığı web sitesinin “tarihçe” sayfasında, Wieniawski ödülü kazanan “Ayla Erduran” adını da görünce sevindim... Orta Avrupa, kültürel içerik oluşturmada hızla yol alıyor...

    Erduran’ın müzik yaşamında en çok iz bırakanlardan birinin; Yehudi Menuhin’in ölümünden sonra Erduran ve Menuhin ile ilgili olarak Zeynep Oral’ın yazdığı “Ustayı Usta Yapan Aşktır” başlıklı bir makale ile Emre Kongar’ın 1997’de “Eskişehir Festival Orkestrası" ile ilgili olarak yazdığı “Şefler Dayanışması” başlıklı makale ise internet’teki Türkçe kaynaklar içinde bulabildiğim ilginç malzemeler oldu.

    Bunlardan birincisinde, “Ayla’yı dinler misiniz?”de de değinilen, Menuhin ile birlikte verilecek bir konser öncesi “kaybolan notalar”ın öyküsü, bir kez de Zeynep Oral’ın kaleminden anlatılıyor... Kongar’ın makalesinde ise Erduran’ın bilinmeyen bir yönünü; “bilim-kurgu” türü filmlere merak duyduğunu öğreniyoruz.

    “Ayla’yı dinler misiniz?”, yalnızca Erduran’ın yaşamından değil, İstanbul’un, Zürih’in, Moskova’nın kent kültüründen da kesitler sunması açısından ilgi ile okunan bir kitap.

    Erduran’a da, İlyasoğlu’na da “elleriniz dert görmesin” derken, “e-Avrupa” projesinin en önemli girdilerinden biri olarak “kültürel içerik” desteği arayan Avrupa Birliği’ne “ne etsek de, daha çabuk girsek?” diye dertlenenlere:

    “Ayla’yı ve Aylaları hemen dinlemeli ve anlattıklarını web üzerinden dünyaya yaymalı!”




    (1) - Bilkent web sitesinde Ayla Erduran maddesi: http://mssf.bilkent.edu.tr/cgi/mssf.dll/Performer?id=31... Dünyada bilinen tüm Stradivarius kemanları kimlerin kullandığının bir tablosunu yapan Jose-Sanchez-Penzo’nun web sitesi. Bu listede şimdi David Grimal’de bulunan Ayla’nın kemanı 1710 Stradivarius’un yanındaki isimler boş, doldurulmalı…
    (2) Bilkent Konserlerinden: http://mssf.bilkent.edu.tr/cgi/mssf.dll/Performer?id=31 - http://www.milliyet.com.tr/1997/01/21/sanat/
    Borusan İstanbul Filarmoni konserlerinden: http://www.turkishdailynews.com/past_probe/03_12_00/Art2.htm


    YAYIN: 27 Haziran 2002, Milliyet Kültür Sanat Eki

    Perşembe, Haziran 27, 2002

    “Bakanlı” fikri mülkiyet semineri...




    “Hukuk zor oluşan bir bilimdir, yeni bir hukuk yapılandırılıyor bu tür toplantılarla...” dedi İstanbul Barosu adına Av. Özgül Kıvanç. Yer Yıldız Teknik Üniversitesi’nin “Oditoryum”u, günlerden 8 Haziran Cumartesi idi. “İnternet, Fikri Haklar ve Özel Hukuk Sorunları” başlıklı iki günlük seminerin açılış konuşmaları yapılıyordu . Sonra Kültür Bakanı İstemihan Talay konuştu. Bakan “İrlanda, Hindistan gibi ülkelerde bilgi toplumuna dönük çalışmaların aldığı yolu gördük” dedi. “Türkiye kendisi yaratıcı olabilirse, dünyanın şu noktasında taşaron değil, bir ihracat üssü olabilir” diye ekledi. Talay, “Kendi içimizdeki çekişmelerden dolayı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu konusunda vakit kaybettik” diyerek, “yasaların da evrim geçirip, statik kalmaması gerektiğine” değindi, sonra “Korsan yazılımlar için senaryo konusu ‘etik’ olan bir tanıtım filmi hazırlattık; etik önemli, tıpkı temiz toplumun yalnız siyasetle ilgili bir kavram olmayıp, tüm toplumu kapsayan bir şey olması gibi” dedi. Av.Haluk İnanıcı’nın yönettiği ilk Panel’e geçildiğinde Bakan hâlâ gitmemişti, üstelik oturup, konuşmacılardan ilk ikisini dikkatle dinledi.

    -Soldan saga-Cevat Ozel, BSA Temsilcisi, Haluk Inanici, Erdem Turkekul, Tekin Memis, Gunay Gormez



    Bu tür toplantılarda, açılışa katılan “devlet büyüklerimiz”in genellikle konuşmalarını yapar yapmaz, “beraberindekiler” ve de “o orada diye orada bulunanlar”la birlikte gitmesine çok alışık olanlar, Kültür Bakanı’nın biraz daha kalıp, hiç değilse iki konuşmacıyı dinlemesinden çok olumlu etkilendiler.
    Bakan Talay



    Kendisine konuşma sırası Bakan gittikten sonra gelen İstanbul Basın Savcısı Cevat Özel, “keşke benim konuşmamı da duysaydı” dedi. O panelde “artık korsan fikri mülkiyet ürünü ihraç eden ülke olarak izlenmekten çıktığımızı” müjdeleyen, bununla birlikte “Avrupa’ya giren korsan ürünlerin yüzde altısının hâlâ üzerimizden geçtiğinin de söylendiğini” nakleden Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü Gn. Md. Yrd. Günay Görmez, “Ben iletirim sizin görüşlerinizi” dedi Basın Savcısı’na. Savcı Özel, Adalet Bakanlığı’nın “İstanbul Basın Savcılığına bağlı fikri mülkiyet haklarının ihlali konusunda uzmanlaşmış bir savcılar grubu”, İçişleri Bakanlığının da “Emniyet’te de yalnızca bu suçlarla ilgilenmek amacıyla eğitilmiş bir özel ekip” oluşturmasını istiyordu. O zaman adaletin etkin biçimde gerçekleşmesi hız kazanabilirdi. “Peki Kültür Bakanı bunları duysa ne olurdu?” diye sorduğumuzda Özel, “İşte Adalet ve İçişleri Bakanları ile konuşurdu bunları” dedi…



    Seminerin düzenleyicilerinden İstanbul Barosu Fikri Haklar Komisyonu Başkanı Av. Erdem Türkekul, sonradan “Kültür Bakanlığı bir yandan uluslararası alanla uyumlu yasal düzenlemeleri gerçekleştirirken, bir yandan da bunların uygulanmasına yönelik çalışmalar yapmakta ve bu konuda kurulmuş sivil toplum kuruluşlarıyla ortak hareket etmekte” dedi. Bu konuda uygulanacak genel politikalar ve hukuk alanında yapılması gerekenlerin DPT’nin ”Fikri Haklar Özel İhtisas Komisyonu Raporu”nda derli toplu bulunabileceğine dikkat çeken Türkekul, Seminer’e geniş bir kadro ile katılan Atatürk Üniversitesi Erzincan Hukuk Fakültesi öğretim üyeleri ile “İnternet ve Hukuk Platformu”nun desteklerinin altını çizmeden geçmedi. Erzincan Hukuk ekibinin internet yayını “e-Akademi” ilginç tezler içeriyor...



    Sonuç: Şu “etik senaryolu anti-korsan” filmi merakla bekliyorum...

    Konu ile ilgili diğer adresler:

    Kültür bakanlığı web sitesinde F.S.E.K ve diğer yasalar:
    http://www.kultur.gov.tr/portal/ Kanunlar

    TÜSIAD'ın fikri mülkiyet konularında çıkardığı raporlar:
    http://www.tusiad.org.tr/yayin/bulten/f2/html/sec2.html

    Çanaktan'ın web sitesi:
    http://www.canaktan.org/hukuk/fikir-hukuku.htm

    Hacettepe Üniversitesi kaynakları:
    http://www.history.hacettepe.edu.tr/archive/InternetTelif.html
    -benzer bir sayfa-

    YAYIN: 20 Haziran 2002, Milliyet Kültür Sanat Eki

    Perşembe, Haziran 20, 2002

    “Bakanlı” fikri mülkiyet semineri...



    “Hukuk zor oluşan bir bilimdir, yeni bir hukuk yapılandırılıyor bu tür toplantılarla...” dedi İstanbul Barosu adına Av. Özgül Kıvanç. Yer Yıldız Teknik Üniversitesi’nin “Oditoryum”u, günlerden 8 Haziran Cumartesi idi. “İnternet, Fikri Haklar ve Özel Hukuk Sorunları” başlıklı iki günlük seminerin açılış konuşmaları yapılıyordu . Sonra Kültür Bakanı İstemihan Talay konuştu. Bakan “İrlanda, Hindistan gibi ülkelerde bilgi toplumuna dönük çalışmaların aldığı yolu gördük” dedi. “Türkiye kendisi yaratıcı olabilirse, dünyanın şu noktasında taşaron değil, bir ihracat üssü olabilir” diye ekledi. Talay, “Kendi içimizdeki çekişmelerden dolayı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu konusunda vakit kaybettik” diyerek, “yasaların da evrim geçirip, statik kalmaması gerektiğine” değindi, sonra “Korsan yazılımlar için senaryo konusu ‘etik’ olan bir tanıtım filmi hazırlattık; etik önemli, tıpkı temiz toplumun yalnız siyasetle ilgili bir kavram olmayıp, tüm toplumu kapsayan bir şey olması gibi” dedi. Av.Haluk İnanıcı’nın yönettiği ilk Panel’e geçildiğinde Bakan hâlâ gitmemişti, üstelik oturup, konuşmacılardan ilk ikisini dikkatle dinledi.

    Bu tür toplantılarda, açılışa katılan “devlet büyüklerimiz”in genellikle konuşmalarını yapar yapmaz, “beraberindekiler” ve de “o orada diye orada bulunanlar”la birlikte gitmesine çok alışık olanlar, Kültür Bakanı’nın biraz daha kalıp, hiç değilse iki konuşmacıyı dinlemesinden çok olumlu etkilendiler.

    Kendisine konuşma sırası Bakan gittikten sonra gelen İstanbul Basın Savcısı Cevat Özel, “keşke benim konuşmamı da duysaydı” dedi. O panelde “artık korsan fikri mülkiyet ürünü ihraç eden ülke olarak izlenmekten çıktığımızı” müjdeleyen, bununla birlikte “Avrupa’ya giren korsan ürünlerin yüzde altısının hâlâ üzerimizden geçtiğinin de söylendiğini” nakleden Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü Gn. Md. Yrd. Günay Görmez, “Ben iletirim sizin görüşlerinizi” dedi Basın Savcısı’na. Savcı Özel, Adalet Bakanlığı’nın “İstanbul Basın Savcılığına bağlı fikri mülkiyet haklarının ihlali konusunda uzmanlaşmış bir savcılar grubu”, İçişleri Bakanlığının da “Emniyet’te de yalnızca bu suçlarla ilgilenmek amacıyla eğitilmiş bir özel ekip” oluşturmasını istiyordu. O zaman adaletin etkin biçimde gerçekleşmesi hız kazanabilirdi. “Peki Kültür Bakanı bunları duysa ne olurdu?” diye sorduğumuzda Özel, “İşte Adalet ve İçişleri Bakanları ile konuşurdu bunları” dedi…

    Seminerin düzenleyicilerinden İstanbul Barosu Fikri Haklar Komisyonu Başkanı Av. Erdem Türkekul, sonradan “Kültür Bakanlığı bir yandan uluslararası alanla uyumlu yasal düzenlemeleri gerçekleştirirken, bir yandan da bunların uygulanmasına yönelik çalışmalar yapmakta ve bu konuda kurulmuş sivil toplum kuruluşlarıyla ortak hareket etmekte” dedi. Bu konuda uygulanacak genel politikalar ve hukuk alanında yapılması gerekenlerin DPT’nin ”“e-Akademi” ilginç tezler içeriyor...

    Sonuç: Şu “etik senaryolu anti-korsan” filmi merakla bekliyorum...




      Konu ile ilgili diğer adresler:

    http://www.kultur.gov.tr/portal/ Kanunlar

    http://www.tusiad.org.tr/yayin/bulten/f2/html/sec2.html
    http://www.canaktan.org/hukuk/fikir-hukuku.htm
    http://www.history.hacettepe.edu.tr/archive/InternetTelif.html
    aynı kaynakta benzer bir sayfa..


    YAYIN: 13 Haziran 2002, Milliyet Kültür Sanat Eki

    Cuma, Haziran 14, 2002

    "Mağara-Forum-II"



    Geçen haftaya sığdıramadığım Hasankeyf “mağara-forum”unda konuşulanları, “iyice özetleyerek”, bu hafta tamamlıyorum. Ayrıntılar ve görüntüler Tarihi Kentler Birliği’nin http://tkb.blogspot.com adresindeki web-kütüğünde !

    İris Şentürk, Antakya Belediye Başkanı: “Hasankeyf’e geldiğimde keyfim kaçtı, çünkü doğada bir arada ve barış içinde yaşayan insanların kendilerini kötülüklere karşı korumak için oluşturdukları bu güzelliğin, maalesef medeniyet adına yok edilmek tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu gördüm.”

    Mehmet Eriş, Ödemiş Belediye Başkanı: “Burada kararlar verilirken ‘insan’ı unutmamak gerekir. Hasankeyfli’ler bunun dikkate alınmamamasından keyif almadıklarını her zaman söylediler.”

    Osman Aydın, Mimar, Antalya : “10 yıldır her yıl buraya geliyorum Ama her geldiğimde Hasankeyf’deki eserlerden birkaçını ya çökmüş ya da çökmekte olduğunu görüyorum. Yani ‘zaten kalmadı, bırakalım çöksün, barajı yapalım’ diyecekler gibi.”

    Şeyhmus Nasıroğlu, Midyat Belediye Başkanı: “Burada biz baraja karşı değiliz, baraj yapılsın ama su seviyesi düşürülerek yapılsın. Mesela buraya 40. km ileride tünelini koyacağına, barajın gövdesini 60 km ötede yapsın. 60 km ileride yapsın. Burası yalnız bu bölgenin değil, dünyanın tarih kültür merkezi. Buraya aydın geliyor, ilk kez gelmiş. Adam Almanya’ya her gün gidiyor, buraya gelmiyor. En büyük şanssızlığımız şu; batıdaki insan doğuyu tanımıyor. Neyle tanıyor? Buradan göçen insanlarıyla tanıyor. Buranın tarihini, kültürünü, örf adetini, insanperverliğini, buradaki sıcak ilişkiyi bilmiyor. Bu yüzden eşinizi, dostunuzu herkesi buraya gönderin, burayı tanısınlar. Burası Türkiye’nin bir parçası, biz bununla gurur duyuyoruz...”

    Dr. Murat Özyaba, Uludağ Üniversitesi :”İşte bir çözüm; (Duygusal değerler ve yaşanmışlıklar+yaşanacaklar ve paylaşılacaklar + kullanım kapasitesi ve bu kapasiteden doğacak gelir + evrensel kültür + milli değerler + yerel kimlik) – (Bayan Stepova raporunda özetlenen küreselleşme çığlıkları)= Hasankeyf “

    Saniye Öz, TKB Genel Sekreteri, Bursa B.Şehir Belediyesi Proje Daire Bşk. “Bir öneride bulunacağım. Avrupa Tarihi Kentler Birliği'ne üye olduk biliyorsunuz. Onun 12 ülke üyesi var. Her üyenin içinde üye beldeler, bölgeler ve hatta kişiler var. Biz 90 üye olduk. Her üye hem merkezde, hem diğer üye ülkeler içinde bunu yaygınlaştırsın...”

    Recep Esengil, Mimar: “Antalya Karain'de ilk insanın ayak izlerinden beri gelen o uygarlığın, -üstelik oluk oluk para akıtarak- ne hale geldiğini görerek buralara geldik. Hasankeyf de, buradakiler isterse ayakta tutar. Serge'de Köprülü Kanyonda yapılmak istenen baraj, sivil toplum kuruluşları ve Mimarlar Odası’nın direnişi ile durdurulmuştu...”

    Tamer Şaylan- Tokat: “Kültür öncelikli gündem, burada ‘namus öncelikli gündem’e dönüşüyor...”

    Dr. Ayşe Şerifoğlu, Kuşadası Belediyesi
    “Biz Kuşadası’nda tarihi ve kültürel değerlerimizi kaybettikten sonra şimdi onları yeniden nasıl kazanacağız diye araştırıyoruz. Dilerim Hasankeyf böyle olmasın...”


    Yayın: 13 Haziran 2002, Milliyet Kültür Sanat Eki