Perşembe, Aralık 21, 2006

SABAHATTİN ALİ'YE SAYGI...

Beşiktaş Belediyesi Kültür Sanat Platformu tarafından düzenlenen “Ustalara Saygı” etkinlikleri 25 Aralık 2006 Pazartesi akşamı gerçekleştirilecek olan Sabahattin Âli gecesi ile sürüyor…
Kültür, sanat, edebiyat ve düşün dünyasındaki usta isimlerin çalıştıkları alanlara damga vuran çeşitli yönleri ile izleyici ile buluştuğu gecelerin yirmincisi, saat 19.00’da Melih Cevdet Anday Sahnesi’nde (Akatlar Kültür Merkezi)…
Faruk Şüyün’ün hazırladığı ve yöneteceği gece, Sabahattin Âli için hazırlanan belgesel filmle başlayacak…
Ali Kocatepe’nin Sabahattin Âli şiirlerinden yaptığı “Melankoli”, “Ben Sana Vurgunum”, “Çocuklar Gibi” gibi unutulmaz bestelerini piyanoda seslendirip söyleyeceği gecede; Ali Fikirsindi, Aslıhan Özel, Başak Merev, Çağrı Merev, Çiğdem Üz, Evrim Şanlı, Sefer Boztaş, Sabur Ulus, Tülay Merev ve Veysel Kuyumcu’dan oluşan Grup Yeniden de “Aldırma Gönül” ve “Leylim Ley”in aralarında olduğu eserleri yorumlayacaklar…
Sabahattin Âli gecesinde, Gülsen Tuncer ustanın şiirlerini okurken Feyzi Tuna ve Yusuf Kurçenli yazarın yapıtlarından yaptıkları filmlerin öyküsünü anlatacaklar… Gecede Zeliha Berksoy’un konservatuardan öğrencileri de, Sabahattin Âli’nin yapıtlarını okuma tiyatrosu olarak seslendirecekler…
Yazarın kızı müzikbilimci ve eleştirmen Filiz Âli’nin de katılacağı programı Selen Domaç sunacak… Etkinlikte, Adnan Özyalçıner, Öner Yağcı, Sennur Sezer ve Zeki Coşkun ustanın edebiyatçı yönü üzerine konuşacaklar…

“Ustalara Saygı” geceleri, 8 Ocak’ta İlber Ortaylı, 15 Ocak’ta Nâzım Hikmet ile sürecek…

Bilgi için: Faruk Şüyün 0533 4683063
Melih Cevdet Anday Sahnesi (Akatlar Kültür Merkezi): 0 212 351 93 84
Zeytinoğlu Caddesi No. 8 Etiler (Ak Merkez’in karşısındaki cadde)

Pazartesi, Aralık 04, 2006

Cumartesi, Aralık 02, 2006

"MUINAR"


"Saldırgan sarı, fazla sıcak... Denize dönüp soluklandım, yüzü yok, benim yüzümü kullanıyor, ellerimi, ayaklarımı... Sürekli konuşuyor, sesi yok, konuşuyor yine de, benim sesimle konuşuyor.

'Göğsümden sızıp içime yerleştin' dedim, 'bir adın var mı? Sana nasıl sesleneceğimi söylersen... Sözlerimizi ayıramayacak olsaydım, günümü zamanımı şaşırırdım.'
'Zaman sizin nerenizden tutuyor da güveniyorsunuz ona o kadar, bilmiyorum ki... Benim adım Muinar"...

Dün çıktı...
-----------------
"Muinar" ile ilgili olarak:

- Zeynep Oral / Cumhuriyet:

"Latife Tekin’den “MUİNAR” Ya da Kadının, Doğanın, Edebiyatın gücü…

Latife Tekin’in “Muinar” kitabını (Everest Yayınları) biraz önce bitirdim… Daha gözyaşlarım kurumadan içimden şöyle haykırdığımı duydum:“Muinar gel! Gel de yeryüzünde soluk alıp vermeye çalışan her insanın içinde uyan! Mulinar gel! Sakın terk etme bizi! Sana öyle çok ihtiyacımız var ki! Muinar gel! Gel ve her birimize ışık dilini öğret!” Sonra haykırışıma kahkahalar karıştı. İyi ki Latife Tekin var, iyi ki Muinar ışık dilini öğretti ona, ve O da, ışık diliyle Muinar’ın romanını yazdı diye, kadınlara ait tüm ruhlara şükrettim! "
(devamı burada)

- Latife Tekin ile "Muinar" üzerine yapılmış -ancak 12 Ocak 2007 itibarıyle herhangi bir yerde yayınlanmamış- son derece ilginç bir röportaj: MedyaTAVA da !

- Birgün Pazar- Latife Tekin'in kendi kaleminden "Muinar Rüyaları"
- Meral Tamer- Milliyet: "Biz kadınlar, dünyanın kız kardeşleri olarak yarından tezi yok, dünyamızı kurtarmak için kolları sıvamalıyız. Ben Latife Tekin'in peşinden gitmeye varım. Ya siz?"

Perşembe, Kasım 23, 2006

USTALARA SAYGININ KONUĞU ORHAN VELİ

Beşiktaş Belediyesi Kültür Sanat Platformu tarafından düzenlenen “Ustalara Saygı” etkinlikleri 27 Kasım 2006 Pazartesi akşamı yapılacak olan Orhan Veli Kanık gecesi ile sürüyor…
Kültür, sanat, edebiyat ve düşün dünyasındaki usta isimlerin çalıştıkları alanlara damga vuran çeşitli yönleri ile izleyici ile buluştuğu gecelerin on sekizincisi, saat 19.00’da Melih Cevdet Anday Sahnesi’nde (Akatlar Kültür Merkezi)…
Faruk Şüyün’ün hazırladığı ve yönettiği gece, Orhan Veli’nin kızkardeşi Fürüzan Yolyapan’ın arşivinden daha önce yayınlanmamış görüntülerle başlayacak… Daha sonra sahneye gelecek olan Mücap Ofluoğlu, Orhan Kahyaoğlu ve Sezai Sarıoğlu, ustanın kültür ve sanat dünyasındaki yerinden söz ederlerken, Ofluoğlu, Kanık’ın kendisine imzaladığı kitabı da izleyicilere göstererek şairle anılarını anlatacak… Alayça Öztürk’ün sunacağı etkinlikte, Atilla Şendil, Beyti Engin, Didem Erdoğan, Selen Domaç, Tolga Gülcüler ve Zeliha Berksoy Orhan Veli Kanık’tan şiirler okuyacaklar… Orhan Veli’nin şiirlerinden yapılmış bestelerin de dinlenebileceği gecede, ustanın fotoğraflarından oluşan bir dia gösterisi de yapılacak.

“Ustalara Saygı” geceleri 11 Aralık’ta Rıfat Ilgaz, 25 Aralık’ta Sabahattin Âli ile sürecek…

Bilgi için: Faruk Şüyün 0533 4683063
Melih Cevdet Anday Sahnesi (Akatlar Kültür Merkezi): 0 212 351 93 84
Zeytinoğlu Caddesi No. 8 Etiler (Ak Merkez’in karşısı)

İSVEÇ'İN "EL YAPIMI İLETİŞİM"İYLE "HARİKA TOKYO", VİYANA'DA "TÜRK GELİYOR!" ve BİR KONFERANS...

Bir haber bülteninin peşinden çıkılan web yolculuğu...

Kültürel ve sanatsal yaratıcılık bağlamında bir uluslararası diyalog ve işbirliği projesi olan ve kendini "el yapımı iletişim" diye konumlayan "Craft in Dialogue", son etkinlikleriyle ilgili bir haber bülteni yollamış. Haberlerin içindeki Tokyo Büyük Şehir Belediyesi tarafından Japonya'nın genel kültür politikası paralelinde sürdürülen "Tokyo Wonder Site" çalışmaları -hele "İstanbul 2010" da gözönüne alındığında- çok dikkat çekici. "Kültürü ve sanatı kent yaşamına katmanın laboratuvarı" diye özetlenebilecek bu projeye İsveçli tasarımcılar da katılmış... "Tokyo Wonder Site" yönetmeni Yusaku Imamura -özetle- diyor ki;



...Yaratıcılık bizi insan olarak diğer canlılardan ayıran şeydir. Zaten
canlı olmak yaratıcı bir etkinliğe bağlı olmak demektir. Onların farklı şeyler
olduğunu düşünmeye eğilimli olmamıza rağmen, aslında politika
ve ekonomi de yaratıcı çalışma biçimlerindendir....

...Büyük kentlerde yaratıcılığın türlü biçimleri çeşitleri birbiriyle
buluşur, karışır... Tokyo büyükkentinde de yaratıcılığın her türünün
filizlendiğini söylemek kesinlikle doğru olur. "Tokyo Wonder Site" (TWS) bu
bağlamda sürekli diyalog ve görüş ve değerlerin değiş tokuş edildiği bir
yer olmayı amaçlamaktadır. Çünkü dünya her ne kadar küçüldüyse de hala gerçek anlamda bir diyalog yok...



Eh işte, İsveçli tasarım grubu da dünyanın dört bir tarafından katılan diğerleri gibi, gidip 1 hafta orada yaşayıp, "Harika Tokyo" projesine katkıda bulunuyorsa, Imamura da Tokyo da hedefine biraz daha yaklaşmış oluyor... Çağdaş, kimlikli ve akıllı yerel yönetim yaklaşımı böyle birşeyler de değilse nedir?

İşte bütün bu girişe yol açan haber bülteninin özgün metni:

News from Craft in Dialogue
Nov/Dec 2006

Sweden’s Visual Arts Committee (Sveriges bildkonstnärsfond) has decided that, following the Craft in Dialogue project, support for international exchanges on the part of craft/design professionals will be given a greater share of Iaspis’ regular operations. Planning these operations has taken time because of the need for a more rigorous analysis. A final decision will be made by the Visual Arts Committee in October and this will be submitted to the executive of the Arts Grants Committee in December.

UNIQUE VISIT BY HELLA JONGERIUS

Don't miss a unique visit to Stockholm by Hella Jongerius (NL) arranged by Craft in Dialogue. Hella Jongerius will talk to Mark Isitt, Editor of Forum. In collaboration with the Nationalmuseum, Stockholm
Date: Tuesday 28 November at 6pm.
Venue: Nationalmuseum, Stockholm
Language: English
www.nationalmuseum.se
http://www.jongeriuslab.com/www.forumaid.com

We have updated the Craft in Dialogue website with new materials from the Netherlands and Japan. Thimo Te Duits, design curator at the Boijmans van Beuningen Museum in Rotterdam has written an article about Hella Jongerius's art specially for Craft in Dialogue. The article is an excellent introduction and preparation for the forthcoming discussion at the Nationalmuseum in Stockholm.

Craft in Dialogue has interviewed Joanna van der Zanden, artistic director of Platform 21 in Amsterdam. Plattform 21 is a highly innovative institution in the design field.

Craft in Dialogue is collaborating with Tokyo Wonder Site. Design group Front has taken part in their Creator-in-residence programme.

Photos of the residency are posted on the Craft in Dialogue website.
(Read more about Front’s visit to Tokyo: www.frontdesign.se
Front’s project at TWS
www.frontdesign.se/sketchfurniture
Tokyo Wonder Site:
www.tokyo-ws.org/english )


Ikko Yokoyama has conducted a very interesting interview with Japanese curator and professor Hisako Hara dealing with a wide range of (art) topics.

Check our website for further information: http://www.iaspis.com/craftcraft
- - - - - -
O da ne? "Türkler ve Sarı Tehlike" mi???

Tam bu konuyu kapatacakken, "Craft in Dialog' web sitesinin arşivine de bir göz atayım" demiştim ki, "THE TURK IS COMING AND THE YELLOW PERIL IS ALREADY HERE" ("Türk Geliyor ve İstilacı Sarı Irk Çoktan Burada") diye bir makale başlığı... Seramik sanatçısı ve "el yapımı iletişim" projesinin yöneticilerinden Päivi Ernkvist 2005'te, Mart ayında yazmış bu makaleyi. Ernkvist, Viyana'da "Die Kunsthalle" sanat müzesinde açılan Türklerle ilgili bir sergi haberi ile başladığı makalede, müze cephesinin ay yıldızlı bayrakla donatıldığını belirtiyor. Bu yaklaşımın "Viyana kuşatmasında tamamlanamayanın" şimdi "Türkiye'nin AB'ne girişi ile tamamlandığı yolunda bir provokasyon" olarak değerlendirildiğine dikkat çekiyor. Başlıktaki "Sarı tehlike"nin ise Türklerle doğrudan ilgisi yok. "Sarı tehlike" metaforu, yazarın Viyana'nın yine önemli uygulamalı ve çağdaş sanat müzelerinden MAK'ta yapılan ve Çin sanatının Avrupa sanatını nasıl etkilediğini kanıtlamayı amaçlayan çalışmalara bir gönderme. Yazar, Avrupa'nın "yabancı" saydığının aslında onun "çoktan içinde" olduğunu söylüyor. Yüzeyi biraz kazıyınca altından çıkan bu kültürel iletişimin bugünkü Avrupa'nın büyümesi için çok önemli olduğunu da ekleyerek...

Ne rastlantı! Tam da bugün, İstanbul'da, İsveç Araştırma Enstitüsü'nde bir konferans var. Konusu: "Johan-David Åkerblad – 18. yüzyıl sonlarındaki Şark konusunda uzman İsveçli". Åkerblad'ın İstanbul'daki çalışmalarını kapsayan Konferansı aynı konuda uzman Fredrik Thomasson verecek...

Baş ya da değil, AB müzakerecilerimizin ya da onların danışmanlarının bu gibi bilgi belge kaynaklarını görmesi/bilmesi herhalde iyi olurdu...

Çarşamba, Kasım 22, 2006

KÜLTÜR MİRASININ KORUNMASINDA İTALYAN MİMARİ RESTORASYON ve KENTSEL DÖNÜŞÜM DENEYİMLERİ, MALZEMELERİ ve TEKNOLOJİLERİ SEMİNERİ: 12-13 ARALIK 2006

İstanbul'daki İtalyan Başkonsolosluğu ve İtalyan Ticaret Merkezi, "İstanbul 2010 Girişim Grubu" işbirliği ile 12- 13 Aralık 2006 tarihlerinde İstanbul’un 2010 yılı için Avrupa kültür başkenti seçilmesi nedeniyle yapılacak olan restorasyon çalışmaları ve projeleri gözönüne alarak, İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda bir seminer ve workshop düzenliyor.

12 Aralık 2006 tarihindeki seminerde, İtalya’daki mimari restorasyon ve kentsel dönüşüm konusunda uzman danışmanlar, üniversitelerden profesörler ve özel firma yetkilileri İtalya’da ve dünyada uyguladıkları teknolojik yenilikleri, kullanılan malzemeleri ve deneyimlerini, İstanbul’daki ve Türkiye’deki kültür miraslarının korunmasında ve restorasyonunda uygulanması amacı ile, Türkiye’de bu sektörde faaliyet gösteren firmalara, mimarlara, kamu yetkililerine ve üniversite camiasına aktaracaklar.

Aynı gün öğleden sonra İtalyan ve Türk firmaları arasında ikili görüşmeler düzenleniyor.

Seminere ve ikili görüşmelere katılım için etkinliğin web sitesinde bulunan katılım formunun mutlaka doldurulması gerekiyor.
Katılım ücretsiz olup simultane tercüman servisi mevcut. "Kültür Miraslarının Korunmasında İtalyan Mimari Restorasyon ve Kentsel Dönüşüm Deneyimleri, Malzemeleri ve Teknolojileri" semineri ve ikili görüşmeleri, Türk ve İtalyan firmalarını ve yetkililerini biraraya getirerek karşılıklı işbirliklerinin kurulması amacıyla düzenleniyor.

Seminerin ayrıntılı programı şurada. Italyan katılımcı firmaların hangileri olduğu ve haklarındaki ayrıntılı bilgi burada.

[Bu etkinliğin 2002 yılında yapılanı hakkında da bir haber yazmışım ben: O da burada !]

Etkinlik süresince 9.30 - 17.00 saatleri arasında bir "Sergi"de açık olacak. Bu Sergide İtalyanların restorasyonda kullandıkları teknolojiler, malzemeler ve ekipmanların neler olduğu, ilintili projelerin panelleri üzerinde fotoğraflar ve projeksiyonla anlatılacak.

Pazartesi, Kasım 20, 2006

YEKTA KARA'NIN SOYUT CADILARI...

400. YILDÖNÜMÜNDE "MACBETH"

Yekta Kara'nın soyut bir anlayışla sahneye koyduğu, oyunun omurgasını oluşturan cadılara farklı anlamlar yükleyerek güç tutkusunu anlattığı "Macbeth" 23 yıllık bir aradan sonra İstanbul'da opera seyircisiyle yeniden buluşuyor.


Shakespeare'in dört büyük trajedisinden biri olan 'Macbeth' 400.yıldönümünde İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nde sahneleniyor. 1606'da yazılıp oynanan oyun, ünlü italyan besteci Giuseppe Verdi'yi derinden etkilemiş, sanatçı ilk kez bir Shakespeare yapıtını ele alıp besteleyerek 'Macbeth'in opera seyircisine de ulaşmasını sağlamış. Shakespeare ile Verdi gibi iki büyük ustayı biraraya getiren,Verdi'nin erken dönem operaları içinde en çok sevdiği ve önemsediği opera olarak bilinen 'Macbeth', iktidar hırsının insanoğluna neler yaptırabileceğini bütün açıklığıyla sergiliyor.

Orkestrayı konuk şef Alexander Samoila'nın idare ettiği, dekorlarını Michael Scott'un, kostümlerini Şanda Zıpçı'nın yaptığı 'Macbeth' operasında koroyu Markus Baisch çalıştırmış.
Işık düzeni Ahmet Defne'nin.
Başrollerde Gökhan Koç, Perihan Nayır, Ayşe Tek, Murat Güney'in, öteki önemli rollerde ise Suat Arıkan, Necat Pınazoğlu, Gökhan Ürben, Hüseyin Likos, Turgut İpek, Şahin Öğüt, Deniz Erdoğan, Arzu Yüceer, Sevan Şencan, Barbaros Taştan'ın dönüşümlü olarak izleneceği 'Macbeth' operası perdelerini 25 Kasım'da açıyor.
Prömiyer: 25 Kasım Cumartesi, saat 15.30
Gala: 28 Kasım Salı, saat 20.00 (Daha ayrıntılı bilgi için resme ya da başlığa tıklayabilirsiniz)

Perşembe, Kasım 02, 2006

İSVEÇLİ AKADEMİSYEN Dr. WALLIS'ten konferans: "MÜZİK SEKTÖRÜNDE DİJİTAL HAKLAR"

Dr. Roger Wallis İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde 2006 – 2007 akademik yılında eğitim vermeye başlayan Kültür Yönetimi Bölümü, sektörün uluslararası platformda tanınmış profesyonellerini ve akademisyenlerini konuk ediyor. Bölüm, 9 Kasım 2006 Perşembe günü Müzik Endüstrisi ve Yönetimi dersi kapsamında Stokholm’deki KTH Royal Institute of Technology akademisyenlerinden Dr. Roger Wallis’in “Müzik Sektöründe Dijital Haklar” başlıklı konferansına evsahipliği yapacak.Türkiye’de ilk defa İstanbul Bilgi Üniversitesi tarafından açılan Kültür Yönetimi Bölümü, değişen kültürel, ekonomik ve sosyal çevrede; ulusal ve uluslararası düzeyde yaratıcı projeler ve yeni yaklaşımlar geliştirecek öğrenciler yetiştirmeyi hedefliyor. Bölüm bu amaçla, ulusal ve uluslararası alanda çalışmalar yürüten kültür yöneticilerini de öğrenciler ve İstanbullularla buluşturuyor.Stokholm’deki KTH Royal Institute of Technology’den Dr. Roger Wallis, Kültür Yönetimi Bölümü, Müzik Endüstrisi ve Yönetimi dersi kapsamında, 9 Kasım Perşembe günü “Müzik Sektöründe Dijital Haklar” başlıklı konferans vermek üzere konuk olacak. Müzik yönetimi, telif hakları rejimi ve bilgi toplumu alanlarında uzman olan Dr. Wallis, İsveç Besteciler Birliği’nin (SKAP) yönetim kurulu başkanlığını da yürütüyor. (SKAP yöneticileri arasında Alfons Karabuda da var.)

Dr. Roger Wallis, “Müzik Sektöründe Dijital Haklar” başlıklı konferansta, dijital dünyada telif hakları (IPR) ve rekabet; AB’nin kültür ürünleri ve kültürel çeşitliliği ile ilgili olarak ithalat/ihracat konularını ele alacak. İngilizce yapılacak olan etkinlik ilgilenen herkesin katılımına açık olacak.

Tarih: 9 Kasım 2006, Perşembe
Saat: 16:00 –18.00
Yer: İstanbul Bilgi Üniversitesi Kuştepe Kampüsü,
AKO İnönü Cad. No. 28 Kuştepe, Şişli
Ayrıntılı bilgi için: Ceren NEFES 0212 311 53 05, cerenn@bilgi.edu.tr

Salı, Ekim 31, 2006

MEHMET SUCU YAZMIŞ BUGÜN: "Bu kuşak bir başka kuşak"

"ENTERNET" / MEHMET SUCU
Cumhuriyet, 31 Ekim 2006
---------------------------------------------------------------------------------
(Bu yazıda anlatılan "kuşak" aslında hallice geniş bir kesimi kapsıyor. Ama eminim "-Hah, işte tam da '68'i anlatmış" diyenler daha fazladır -benim gibi- belki... "d kuşağı" = "dinozor" eskiden olumsuz bağlamlar içerirdi, "yeniliğe direnç" gibi...
Kimler üstüne alındı, kimler alınmadı, kimler alınanlara alınacak, kimler hiç aldırmayacak bilemem. Ama ben bu yazıyı çok önemsedim ve Sayın Sucu burada kullanmam için izin verdi, içten teşekkürle- A.T.)
---------------------------------------------------------------------------------
Bu kuşak bir başka kuşak

Her şeyden önce onlar mütevazı bir kuşak... Gelişmeye karşı koymadılar, aksine hep açık oldular, sadece yozlaşmaya karşı durmaya çalıştılar. Dürüst olmak adına, öğrendikleri değerlerden ödün vermemek adına dinozor diye suçlanmayı göze aldılar.

Dünyayı değiştirmek istediler. Daha güzel, daha insanca yaşamak, daha mutlu olmak istediler. Geleceğe bağlandıkları idealleri oldu. Bu idealler için kavga ettiler ve ediyorlar.

Hiçbir zaman tatminsiz olmadılar. Yetinmeyi bildikleri gibi istemeyi de ihmal etmediler. Sınırsız bir özveriyle yardımseverliğin ne olduğunu gösterdiler.

Hemen hiçbiri, hiçbir zaman içindeki çocuğu öldürmedi. Muzip bir hınzırlıkla eleştirdiler ve eleştiriyorlar. Hayatın her adımında yaşadıklarını sorguladılar.

Küreselleşmeci değil enternasyonalizmden yanaydılar. Irkçılığa, her boydan milliyetçiliğe karşı dünyanın emekçilerinin eylem birliğini savundular.

Örgütlü olmanın erdemini hep üstün tuttular. Bireyciliğin sekter bir tavır olduğunu vurguladılar. Yeraltında veya yasal mutlaka bir örgütle bağları oldu. Kendilerine ait zamanı bencilce kullanmak yerine kitlesel eylemlerde yer almak onları hep daha çok mutlu etti.

İnterneti siteler içinde daldan dala gezinmek yerine örgütlenmek için kullanmayı da ilk kez onlar denedi.

Dağlarda tek tek ateşleri ilk onlar yaktı. Barikatları ilk onlar kurdu. İnandıkları gibi yaşamayı ilk onlar felsefe edindi.

Emekten yana olmak, halktan yana olmak, emperyalizme karşı olmak en önemli üç kıstasları oldu. Onlar çok politize bir kuşak. Kitaplar üzerine tartışmak, özeleştiri istemek ve vermek gündelik yaşamın olmazsa olmazı onlar için.

Aşk ise politik kavgaların gölgesinde yaşanan şiddetli bir duyguydu. Ancak yaşama hep sevgiyle, tutkuyla bağlıydılar. Daha insancıl, daha yaşanılır bir dünya için çabaladılar. Geleceği kurtaracak olan onlara göre hiçbir zaman para olmadı. Gelecek sadece elbirliğiyle savaşarak daha güzel olabilirdi.

Bu kuşak aslında belirli bir yaş grubunu da temsil etmiyor. Onlara biz 'd kuşağı' diyelim. Yani dinozor kuşağı.

Dinozor birçoklarına göre küçümseme içeren bir kelime.. ancak aslında bize dayatılan yeni yoz yaşam biçimine karşı duran bir avuç insanı tanımlayan bir terim.

Her ne kadar büyüklerimiz dinozorluğu kendilerine ait bir tanım olarak kullansalar da.. hemen her yaş grubundan bu kuşağa mensup insan bulmak çok olası. Kalkın bir çevrenize bakın.. onlardan çok göreceksiniz. Onlardan biri belki bir köşede oturmuş sessizce kitap okuyordur. Belki Taksim'de düzenlenen bir eylemde bağırıyordur. Ya da hemen yanı başınızda sessizce yürüyordur.

Hâlâ birini göremedinizse ve bu gazetede bu yazıyı okuyorsanız en yakındaki aynaya bakın, onu tanıyacaksınız.

Cuma, Ekim 13, 2006

Online NewsHour: Conversation | Turkish Novelist Wins Nobel Prize | October 12, 2006 | PBS

Online NewsHour: Conversation Turkish Novelist Wins Nobel Prize October 12, 2006 PBS

NOBEL GELDİ, HOŞGELDİ!

Georgia Brown, Nobel web sitesinde Orhan Pamuk hakkında bilgi veriyor...
Bu da Orhan Pamuk resmi web sitesi...
"Dışarı"dakiler şaşkın. İçerdekiler de "bileğinin hakkıyla mı aldı, yoksa politik mi"yi tartışıyor...
Ama bu ülkeye bir Nobel gelmesi son derece hoş geliyor kulağa...
Burada Nobel komitesi adına Orhan Pamuk ile yapılan telefon röportajının ses kaydı var: Röportaj
Aynı Röportajın metni ise şöyle:


"Culture means a mix of things from other sources"Telephone interview with Orhan Pamuk immediately following the announcement of the 2006 Nobel Prize in Literature, October 12, 2006. The interviewer is Adam Smith, Editor-in-Chief of Nobelprize.org.
[Orhan Pamuk] – Hello.
[Adam Smith] – Hello, may I speak to Orhan Pamuk please? Hello?
[OP] – Hello.
[AS] – Hello, may I speak to Orhan Pamuk please?
[OP] – Speaking.
[AS] – Oh, my name is Adam Smith and I'm calling from the official website of the Nobel Foundation in Stockholm.
[OP] – Yes.
[AS] – We have a tradition of recording very short conversations with new Laureates immediately after the announcements.
[OP] – OK.
[AS] – So, first of all, many, many congratulations on being awarded ...
[OP] – Oh, thank you very much. It's such a great honour.
[AS] – I gather you're in New York. What were you doing when you received the news?
[OP] – Oh, I was sleeping, and thinking that, in a hour, probably they will announce the Nobel Prize, and then someone would maybe tell me who won it. And then I'm thinking, so what am I going to do, what's today's work? And I'm a little bit sleepy. And then the phone call, and then I'm "Oh, it's already half past seven". You know, this is New York and I don't know the light, so I don't feel pretty ... And I answered, and they said I won the Nobel Prize.
[AS] – That's an extraordinary phone call to receive. There was an enormous cheer went up at the press conference when they announced the prize.
[OP] – Really, of that's great, I'm very happy to hear this. This is great.
[AS] – We've recorded it on the website so you can, when finally you get off the phone you can go and relive the moment.
[OP] – And also I saw so many journalists you know, wanted me to have it, so I'm pleased about that. I'm very pleased about all these details. Thank you very much, sir.
[AS] – You're the first ever Turkish writer to be awarded a Nobel Prize for Literature. Does that give the award a special significance for you?
[OP] – Well, unfortunately, that makes the thing very precious in Turkey, which is good for Turkey of course, getting this prize, but makes it more extra sensitive and political and it somehow tends to make it as a sort of a burden.
[AS] – Yes, because it's been quite a public year for you.
[OP] – Yes.
[AS] – So I imagine this will add to that. The citation for the award refers particularly to your "quest for the melancholic soul of (your) native city", and there's an extremely long tradition of writing about Istanbul, and in praise of Istanbul. Could you describe briefly what it is about the city that has acted as such a strong draw for people's imagination over the years?
[OP] – Well, it was at the edge of Europe, but different. So it was the closest ‘other'. And it was really both close and, in a way, other. Mysterious, strange, uncompromising and totally un-European in ways, although in its spirit there was such a great place for Europe [words unclear].
[AS] – And referring to the phrase "melancholic soul", how would you describe Istanbul to those who've never seen it?
[OP] – I would say that it's one of the early modern cities where modernity decayed earlier than expected. I would say that the ruins of the past gave the city its melancholy, along with its poverty. But then I would also say that it's now recovering from this melancholy, hopefully.
[AS] – And another facet of your writing that was particularly emphasized in the citation, from the Committee, is the way that you deal with the interactions between different cultures. And of course it's a cliché to say that Turkey lies at the crossroads between East and West, but it does presumably offer the perfect vantage point from which to view the cross-cultural interface?
[OP] – This meet of East and West and clash of civilizations, this is unfortunately one of the most dangerous and horrific ideas that have been produced in the last twenty years, and is now serving for... This fanciful idea is now unfortunately getting to be real, and this theory is serving the clash of civilizations and the deaths of so many people.
[AS] – Because historically there has really been much more mixing of cultures than is popularly supposed.
[OP] – Culture is mix. Culture means a mix of things from other sources. And my town, Istanbul, was this kind of mix. Istanbul, in fact, and my work, is a testimony to the fact that East and West combine cultural gracefully, or sometimes in an anarchic way, came together, and that is what we should search for. This is getting to be a good interview by the way.
[AS] – Thank you, that's very kind of you. Many of your characters might be said to embody multiple cultural influences. I mean your writing indicates that they're far from uniformly either Eastern or Western, it's a mix.
[OP] – Yes.
[AS] – Do you write solely in Turkish?
[OP] – Yes. I think I wrote some six or seven articles in English, in international magazines, in Times Literary Supplement, in Village Voice.
[AS] – So there are presumably ...
[OP] – But of course I'm a Turkish writer, essentially, and live in the language. Language is me, in a way. Really, I feel it.
[AS] – Right, and there are ideas that you can express in Turkish, I assume, that would be very hard to capture in other languages?
[OP] – Exactly. Because thinking is composed of two things; language and images, and then yeah, half of thinking is the language. I agree, yes sir, please ask the question.
[AS] – Well, could you give an example of a concept that ...
[OP] – Wow! I can of course, but not on the day that I have received the Nobel Prize.
[AS] – That's fair enough, you don't really have to answer any questions on the day you receive the Nobel Prize.
[OP] – Yeah, OK.
[AS] – You can say anything you like.
[OP] – OK, thank you very much sir.
[AS] – So then an easy question. I mean the award will encourage a lot of new readers to dip into your work for the first time. Where would you recommend they start? What would you suggest to people, and also ...
[OP] – Oh, depending on the reader of course; the reader who buys books because the writer has received the Nobel Prize should start with My Name is Red. The reader who has already read that book should continue with The Black Book. The reader who is interested in more contemporary issues and politics should go ahead with Snow, so forth and so on.
(Burada araya girip kısa bir çevirelim: AS Pamuk'u ilk kez okuyacak dünya vatandaşlarına tavsiyesini soruyor. O da Nobel'i aldığı için "Benim Adım Kırmızı"dan başlanabileceğini belirtip, onun okuyanın ardından KAra Kitap'ı okumasını salık veriyor. Daha çağdaş sorunlarla ilgilenenlere ise "KAr"ı tavsiye ediyor)
[AS] – Wonderful, wonderful. And if your readers are lucky enough to be able to read in multiple languages, but can't manage Turkish, do you have a recommendation for which language most excellently captures the spirit?
[OP] – Of course English is the world's language now, and that's the language I've been checking my books with, and I'm proud with my translator and I'm also confident. So, basically English translations.
[AS] – OK, thank you very much.
[OP] – Thanks, as you see I'm a dutiful good boy, I did my homework very well now.
[AS] – Very well indeed! No, I'm thrilled with your cooperation. Thank you very much.
[OP] – Bye, bye. I'm have to hang now because my agent is calling and others, so many responsibilities that I have to address.
[AS] – Of course, quite so, thank you for sparing the time. See you soon, bye, bye.
[OP] – OK, bye, bye.

İFSAK 1. Uluslararası İstanbul Fotoğraf Bienali devam ediyor!

İFSAK'ın 20 senelik Fotoğraf Günleri tecrübesinin üzerine inşa ettiği ilk "Fotoğraf Bienali", 15 Eylül – 31 Ekim 2006 tarihleri arasında. Fotoğraf Bienali'nin bu seneki teması, "Kent: Kaos ve Büyü". Sergiler, tarihi Darphane-i Amire binaları, Karşı Sanat Çalışmaları Galerisi, Kargart, Taksim Sanat Galerisi, Ziraat Bankası Tünel Sanat Galerisi, Ahmet Yıldırım Şehir Hatları Vapuru ve İstiklal Caddesi gibi pek çok mekanda takip edilebiliyor. Fotoğraf Bienali, sergilerin yanında, dünyaca ünlü fotoğraf sanatçılarının atölye çalışmalarına yer vermeye devam ediyor.

Ana Mekan: Tarihi Darphane-i Amire binaları, Sultanahmet
Sultanahmet'teki tarihi Darphane-i Amire binalarında, Magnum üyesi Gueorgui Pinkhassov'un "Sightwalk / Seyir Yürüyüşü" sergisi, Michal Macku, Keith Gerling ve Sandy King'in alternatif teknik sergileri, Vehbi Koca küratörlüğünde gerçekleşen "Kent: Kaos ve Büyü" (David Bate, Mitra Tabrizian, Bianca Kadic, Zadoc Nava, Anna Sherwin ve Vehbi Koca'nın fotoğraf ve videoları), Ceyiz Makal ve Nezaket Tekin'in fotoğrafları ve "Zincirleme" fotoğraf sergisi izlenebilir. Darphane-i Amire İstanbul Sokağı'nda ise, Murat Germen'in küratörlüğünü yaptığı "Kent ve Aidiyet" görülebilir.

Ahmet Yıldırım Şehir Hatları Vapuru
Darphane-i Amire'den sonraki durak, Karaköy-Kadıköy seferi yapan Ahmet Yıldırım Şehir Hatları Vapuru'ndaki "Şehir Hayali, Hayali Şehir" olabilir. Haluk Çobanoğlu'nun küratörlüğünü yaptığı proje kapsamında, Asya ile Avrupa arasında gidip gelen vapurda, Alexandra Boulat, Dario Mitidieri, Jonas Bendiksen, Nicos Economopoulos, Stanley Greene ve Gökşin Varan'ın "masal" şehirlerden büyülü fotoğrafları sergileniyor.

Kargart
Kadıköy'e doğru devam edilirse, Kadıköy-Pendik minibüslerinde sergilenen, minibüsleri, şoförleri ve yolcuları, minibüs içindeki gündelik hayatı anlatan Fatih Pınar sergisi takip edilebilir. Kargart'a uğranırsa ise, Lana Slezic'in "Afganistan'da Kadınlar" başlıklı etkileyici çalışmasından bir seçki ile, Sisli Ayna (Bir düş, altı düşünüş) ve 24 fps (Hakan Babacan) görülebilir.


İstiklal Caddesi: "Fanus"
İstiklal Caddesi'ne çıkınca ise, Ömer Orhun'un küratörlüğünü üstlendiği "Fanus", izleyiciyi karşılıyor. Sergi, İstiklal Caddesi boyunca yürürken tellerde asılı fotoğraflara bakarak izlenebiliyor.


Karşı Sanat Çalışmaları Galerisi, Beyoğlu
İstiklal Caddesi'nde yürürken, Karşı Sanat Çalışmaları Galerisi'ndeki Alexander Rodchenko sergisi ziyaret edilmeli. Rus avangardının en önemli temsilcilerinden Rodchenko'nun eserleri, MIR Trade AG'nin desteğiyle, Türkiye'de ilk defa sergileniyor. 1891-1956 yılları arasında yaşayan sanatçının fotoğraflarının orijinal baskıları, 28 Ekim'e kadar Karşı Sanat Çalışmaları Galerisi'nde görülebilecek.


İFSAK Sergi Salonları
Taksim'e gelmişken, İFSAK Sergi Salonları'ndaki Galina Manikova sergisiyle Bekir İnce ve Çağatay Göktan'ın çalışmaları izlenebilir.

Taksim Sanat Galerisi
Taksim Sanat Galerisi'ndeki "İstanbul'la Buluşma" ve "Prens Adaları" sergileri, İFSAK'ta bir araya gelen fotoğrafçıların birlikte ürettikleri projeler. İlteriş Tezer Atölyesi'nin "İstanbul'la Buluşma" sergisi ve İbrahim Zaman'ın küratörlüğüyle İstanbul'u Fotoğraflayanlar Grubu'nun gerçekleştirdiği "Prens Adaları", İstanbul'a yeni bir gözle bakan projeler.

Timurtaş Onan ve Sadık Demiröz küratörlüğündeki "Açık Alanlar, Parklar ve Meydanlar sergileri" ise, Ekim ayı boyunca şehrin çeşitli yerlerindeki sürprizli etkinliklerle devam edecek.

Fotoğraf Bienali kapsamındaki ortak etkinliklerden "Çocukların Gözüyle…" Odakule'nin karşı duvarlarında devam ediyor. İnta Ruka sergisi ise, İstanbul Fotoğraf Merkezi'nde. Paralel etkinliklerden EPSON Fotoğraf Ödülleri sergisi, Goethe Institut – Teutonia Haus'ta izlenebiliyor. Timurtaş Onan'ın "Beyoğlu Geceleri" sergisi ise, Fransız Kültür Merkezi'nde 3-27 Ekim tarihleri arasında görülebilecek.

Fotoğraf Bienali eş sponsorları Sony ve a DSLR-A100 işbirliğiyle gerçekleştirilen "DSLR-A100 Performans: Haliç'te Bir Gün", Metro City alışveriş merkezinde 31 Ekim'e kadar devam edecek.

6-8 Ekim'deki Uluslararası Fotoğraf Forumu, Victor Burgin, David Bate ve Laura Padgett gibi fotoğraf sanatçıları ve akademisyenlerin katılımıyla gerçekleşti. Forumda konuşulanların tam metinlerinden oluşan kitap, 2007 Haziran'ında yayımlanacak.

Ayrıntılı program ve içerik, www.ifsak.org.tr/bienal adresinden takip edilebilir. Broşür ve kitapçık, İFSAK merkezi, Darphane-i Amire ve Karşı Sanat Çalışmaları Galerisi'nden edinilebilir. "Fanus" sergisinin kataloğu da aynı mekanlardan temin edilebilir.

İFSAK
İstiklal Caddesi Ayhan Işık Sokak No: 34 / 2 Beyoğlu
212 245 34 60 bienal@ifsak.org.tr

Perşembe, Ekim 12, 2006

ÇAĞDAŞ YAŞAMI DESTEKLEME DERNEĞİ GENEL MERKEZİ’NDEN DUYURU VAR:

Dünyadaki sayılı Sümerologlardan biri olan 93 yaşındaki bilim kadını Muazzez İlmiye Çığ’a, “Vatandaşlık Tepkilerim” isimli kitabında başörtüsünün ilk olarak Sümerlere dayandığını yazdığı için dava açılmıştır. Çığ’ın yazdıkları kendi uydurmaları değil Sümer tabletlerinin bilimsel çevirisidir.

Çağdaş Türk bilim kadınlarının en değerli temsilcilerinden biri olan ve “tarihsel gerçekleri” yazdığı için kendisine dava açılan Çığ’a, derneğimiz tarafından Atatürk’ün 125. yaşı anısına, bir Atatürk kızı olarak “Çağdaş Yaşam Ödülü” verilecektir.

14 Ekim 2006 Cumartesi Saat 14.00
İTÜ Maçka Sosyal Tesisleri’nde

değerli basın mensuplarımızdan, aşağıdaki programla yapılacak etkinliğimizi izlemelerini ve yayın organlarında yer vermelerini bekliyoruz.

Saygılarımızla,

PROGRAM

14.00 – 14.10 Açılış ve saygı duruşu

14.10 – 14.20 Açılış Konuşması
Prof. Dr. Türkel Minibaş, ÇYDD Genel Başkan Yardımcısı

Konuşmacılar
14.20– 14.40 Necdet Sakaoğlu, Tarihçi, yazar
14.40 – 15.00 Yard. Doç. Dr. Firdevs Gümüşoğlu, MSÜ Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi

15.00– 15.10 Prof. Dr. Türkan Saylan tarafından
Sayın Muazzez İlmiye Çığ’a ödülün verilmesi

15.10 Sayın Muazzez İlmiye Çığ’ın kitaplarını imzalaması...

Cuma, Ekim 06, 2006

“AVRUPA NEREDE BAŞLIYOR BURADA MI ORADA MI?”

Geniş toplum kesimlerinin katılımına açık ve sürdürülebilir projeler ile, kurulduğu bölge olan Haliç ve çevresinde yaşayan gençlere kültür sanatla dolaysız iletişim kuracakları bir ortam sunmaya hazırlanan santralistanbul; Fransa, Bulgaristan ve İtalya ortaklığıyla “AVRUPA NEREDE BAŞLIYOR BURADA MI ORADA MI?” başlıklı uluslararası bir tiyatro projesine imza atıyor. Proje, somut sanat çalışmaları yoluyla değişik sosyal kesimlerden gelen gençleri bir araya getirecek. Projede öncelikle sosyal olarak ihmal edilmiş bölgeler hedefleniyor.


“Avrupa Nerede Başlıyor Burada mı Orada mı?” adlı proje Image Aigue Tiyatrosu (Fransa) öncülüğünde, Türkiye’den santralistanbul, Bulgaristan’dan Gençlik ve Spor Sahne Ajansı ve İtalya’dan Palermo Fransız Kültür Merkezi ortaklığıyla gerçekleştiriliyor. Kültürlerarası tiyatro çalışmaları yoluyla toplumda duyarlılık yaratmayı hedefleyen projenin ilerleyen aşamalarında Yunanistan, Makedonya, İspanya ve İngiltere’nin de katılması bekleniyor.

Proje; Fransa, Türkiye, Bulgaristan ve İtalya’da özellikle sosyal ve ekonomik yönden gelişmeye muhtaç bölgelerde gençlere tiyatro eğitimi vererek yerel bilinci geliştirmeyi ve çoktaraflı bir perspektiften yerel çalışmalar yürütmeyi amaçlıyor. Proje kapsamında dört ülkede gerçekleştirilecek atölye çalışmaları ve seminerler Ocak 2007’de başlayıp, Nisan 2008’e kadar devam edecek. Bu süreçte, merkez ve çevre arasında coğrafi ve sosyal etkileşimi sağlamak ve ihmal edilmiş bölgelerdeki nüfusu tiyatro yoluyla görünür kılmak öncelikli amaçlar arasında bulunuyor.

Gençlere, deneyimleyerek öğrenme metoduyla eğitim vermeyi hedefleyen proje, yenilikçi ve katılımcı bir sosyal laboratuvar görevi yapacak. Tiyatro ve sanat aracılığıyla gençlerle toplum arasında bir diyalog oluşturmayı amaçlayan çalışmalarda, gençlerin yanı sıra çocuklar, yaşlılar ve engelliler de hedefleniyor. “Avrupa Nerede Başlıyor Burada mı Orada mı?” adlı proje, sürdürülebilir ve somut bir Avrupa projesi olması açısından Türkiye ve Bulgaristan’ın Avrupa Birliği üyeliğiyle ilişkili olarak da önem taşıyor.

Projenin öncüsü Image Aigue Tiyatrosu yöneticileri Christiane Véricel ve Nicolas Bertrand, 10-11 Ekim tarihlerinde, santralistanbul ve çevresini ziyaret etmek, İstanbul’da projeye konu olabilecek bölgeleri tanımak ve bazı kültür yöneticileriyle görüşmek amacıyla, santralistanbul’un davetlisi olarak İstanbul’da olacak.

Image Aigue:

Image Aigue Tiyatrosu, 23 yıl önce Christiane Véricel tarafından 10 kadar aktör, müzisyen ve sahne sanatçısının bir araya gelmesi ile kuruldu. Image Aigue’yü orijinal kılan iki özellikten biri; oyunların önceden yazılmış senaryolara değil, müzik, metin ve imajların kombinasyonuna dayalı olması. Diğer özellik ise; her yapımda, dünyanın çeşitli uluslarından, kimi Fransa’da kimi Fransa dışında yaşayan göçmen çocuk ve gençlerin kendi dillerini konuşarak sahne almaları. Tüm oyunlarda, oyunculara kendi kişiliği ve kültürü ile yer alma imkanı sağlanıyor. Oyunlarda iletişim; ifade, vurgu, müzik, hareket ve duygular yoluyla sağlandığı için sahnede on hatta daha fazla farklı dil konuşulsa da seyircilerde anlama güçlüğü yaşanmıyor.

Image Aigue, tiyatroyu dünyaya açılma mekanı olarak tanımlıyor. Sahnede ve sahne çevresinde; sanatçıları, genç oyuncuları, aileleri, çocukları, biliminsanlarını, öğretmenleri, kültür profesyonellerini ve dünyanın çeşitli ülkelerinden insanları tiyatro yoluyla buluşturmayı amaçlıyor.


Arzu A. Girgin, Istanbul Bilgi Üniversitesi, Halkla İlişkiler Müdürü
aaslan at
@bilgi.edu.tr


SORU: http://www.santralistanbul.com/ niçin hala "yapım aşaması"nda?

Pazartesi, Ekim 02, 2006

Belgesel Festivali'nin bitimine 3 gün kaldı...

9. Uluslararası 1001 Belgesel Festivali kapsamında, Enis Rıza'nın "Bir Yurt Edinmek"ini izledik dün gece...
Belgesel seyrederken de ağlanır mı?
Kayaköy'lü Ayşe Nine'nin "çok zor gittiler, giderken buradaki topraklardan alıp koyunlarına koydular" deyişini izlerken... ben tutamadım gözyaşlarımı...
Filmin sonunda, Enis'in ekibini alkışlatması sırasında bir de...

Festival'in 3 gün kaldı bitimine...
Program için başlığa tıklayabilirsiniz...

Çarşamba, Eylül 27, 2006

ENİS RIZA’NIN SON BELGESELİ “YENİ BİR YURT EDİNMEK” ‘9. ULUSLARARASI 1001 BELGESEL FİLM FESTİVALİ’ KAPSAMINDA GÖSTERİLİYOR

Belgesel yönetmeni Enis Rıza’nın son filmi “Yeni Bir Yurt Edinmek”,
Belgesel Sinemacılar Birliği tarafından düzenlenen 9. Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali kapsamında, İtalyan Kültür Merkezi ve Nazım Hikmet Kültür Merkezi-Kadıköy’de gösterime sunuluyor.


Yeni Bir Yurt Edinmek” belgeseli, Kayaköy/Livissi ve Fethiye/Makri’de yaşayan Anadolu Rumları’nın, 1922 yılında çıkan nüfus mübadelesi kanunu ile Yunanistan’a göçlerini ve Nea Makri’de kendilerine yeni bir yurt kurma aşamasında yaşadıkları süreçleri konu alıyor.

Belgeselin öyküsü, Enis Rıza tarafından 2001’de gerçekleştirilmiş olan “Ayrılığın Yurdu Hüzün...” filminin Yunanistan’daki gösterimleri ile başlıyor. “Yeni Fethiye” yani Nea Makri’liler bu filmi izledikten sonra Türkiye ve Türkiyeli komşularına karşı önyargılarını sorgulamaya başlıyorlar. Acıları ile oluşmuş duyguları dönüşüme uğruyor ve hikâyelerini yeniden anlatma ihtiyacı duyuyorlar. Yeni yurtlarını kurmak için verdikleri mücadeleleri, Nazi işgaline karşı direnme ruhunu ‘Anadolulu’ olmaya bağladıklarını ifade ederlerken, eski yurtları Anadolu’ya duydukları özlem ve merak bir kez daha bakışlarına yansıyor.
Belgesel film, insanları birbirinden uzaklaştıran, acı ve yokluklara neden olan savaşlar yerine, dostluk ve barışın korunmasının önemine bir kez daha vurgu yapıyor.

VTR Araştırma Yapım Yönetim tarafından gerçekleştirilen, yapımcılığını Nalân Sakızlı’nın üstlendiği “Yeni Bir Yurt Edinmek” belgeselinin çekimleri 2003-2005 yılları arasında Fethiye-Kayaköy, Atina ve Nea Makri’de yapıldı. Nea Makri’de beş kişilik bir araştırma ekibi çalışmalara destek verdi.

TC. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın finansal katkısı ve Yunanistan Başkonsolosluğu’nun çekim izinleri konusundaki desteği ile gerçekleştirilen filmin belgesel konusunda deneyimli ve profesyonel ekibinde görüntü yönetmeni Koray Kesik, editör Burak Dal ve yardımcı yönetmenler Ebru Şeremetli ve Bahriye Kabadayı, yapım yönetmeni Selda Salman görev aldı. Yrd. Doç. Dr. Elçin Macar’ın danışmanlığını üstlendiği belgeselin araştırma ve dokümantasyon çalışmaları Aran Kaynak tarafından yürütüldü. Filmin Yunanca danışmanlığını ve çevirilerini Anna Maria Aslanoğlu yaptı. Belgeselin müzikleri ise Sinan Sakızlı’ya ait.

Kurgu, müzik ve ses kayıtları Stüdyo Baykuş kayıt ve kurgu stüdyolarında
2006 yılı başında tamamlanan film bugüne kadar 1001 Belgesel Film Atölyesi, Alanya Belgesel Film Günleri, Bodrum Film Festivali, Adana Altın Koza Film Festivali, Erivan Altın Kayısı Film Festivali gibi festivallerde ve özel gösterimlerde yer aldı.


“Yeni Bir Yurt Edinmek”in 9. Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali’ndeki
gösterim yerleri ve saatleri:

29 Eylül 2006 Cuma, 13:30, Nazım Kültür Merkezi- Kadıköy, Telefon: 0 216 414 22 39
1 Ekim 2006 Pazar, 21:30, İtalyan Kültür Merkezi- Tepebaşı, Telefon: 0 212 293 98 48
2 Ekim 2006 Pazartesi, 20:30, Nazım Kültür Merkezi- Kadıköy, Telefon: 0 216 414 22 39


Not: Gösterimler ücretsiz!
Daha fazla bilgi için: Ebru Şeremetli, Selda Salman
Tel: (212) 231 39 31, 32, Faks: (212) 232 61 47
mailto:selda@vtr.com.tr, www.vtr.com.tr

Salı, Eylül 12, 2006

"FARAZİ KOSMOS"DAN "DOMATOZAN"A...

Merhaba,

2001 yılında; haber yapmıştınız benimle ilgili. google'da kendimi ararken hatırladım. o günlerden bu günlere, neler değişti göstermek istedim size; http://www.farukkorkmaz.com adresinde, yeni dünyama bekliyorum sizi / Faruk :)

Web'de Kültür Sanat'a gelen e-postalar özel bir klasörde toplanıyor, Temmuz'da gelmiş ve telaşeden göremediğim bu mesajı bugün farkeder etmez hemen koşup baktım siteye...
Çünkü "Grafi 2000-2001 Flash Animasyon Yarışması Birincisi"; "Farazi Kosmos"u gerçekten çok sevmiştim... Özgün, kimlikli ve özenli tasarımlara açız ya...

Korkmaz web tasarımından müzik dünyasına doğru bir geçiş yapmış aradan geçen 5 yıl içinde... Bestesini de vokalini de kendisinin yaptığı "demo"lar dinleyip oy vermenizi bekliyor "Gümbürtüye gittim, ("geleceğim" diyememiş tabii!) gelicem" dediği yeni sitede... Aktüel'ciler onu geçenlerde verdiği bir röportajda "Acıların rockçusu" diye konumlamışlar... Espri ürettiği gibi kaldırmayı da beceren Korkmaz, bu konumlamayı "İlk bakışta arockbesk bir lezzet taşıyor gibi görünse de bence olayın tümünü harika özetlemiş" diye yorumluyor. Aynı siteye eklediği web-kütüğünde ise "yorum yazmak yerine düşündüklerini" yazıyor.

Güven Erkin Erkal, Maximum Rock isimli radyo programında "Anadolu Rock tarzı ve Barış Manço ekolünün kötü örneklerinin karikatürünü çizen müzisyen" diye nitelediği Faruk Korkmaz'ın "Domatozan" çalışmasını paylaşmış dinleyicilerle... Domatesli desene tıklarsanız siz de bu ropörtajı ve de -bu girişi yazmaya başladığım son 10 dakikadır benim yaptığım gibi- "Domatozan"ı dinleyebilirsiniz. Üstelik aynı Faruk Korkmaz, bizim Evde Pembe Domates Serüveni başladığında,

"Desteğimi "domatOzan" isimli bestemle vermek istiyorum; www.farukkorkmaz.com adresinden dinleyebilirsiniz.
Kolay gelsin :)
"

diyerek bir yorum yazmıştı ama o zaman becerip dinleyememiştim parçayı bir türlü. Şimdi bu açığı da kapatmış olduk. Hoy! Vay! Oy!

Eline sağlık sevgili Korkmaz "yeni dünyan" ve bu yaratıcı destek için -çok gecikmiş de olsa- çok teşekkürler!
"Domatozan"ı şimdi doğru pembelerin sitesine linklemeye gidiyorum ben! Yüzümde -nedenini parçayı dinlediğinizde anlayabileceğiniz- gülümseme, kulağımda da kendini tekrarlayıp duran melodi: Domatozan, domat ozan, Sofranı donat ozan, Kuru ekmek, bir bardak çay, Domatesi paylaş ozan! Nimetini paylaş ozan. Vay, oy, hoy... Fiyat fahiş kese mafiş, Domatozan ne eylesin! Vay, vay, oy, hoy... :)

YASAL, SAYISAL, KLASİK FİLMLER...

Kuzuloğlu yazmış, 11/09/2006 tarihi itibarıyla haberi okuyan 2500. kişi ben olmuşum:

YASAL, KLASİK FİLM DEPOSU!

500'den fazla film var Her ay 120 bin farklı kullanıcıyı kendisine çeken ve 700 bin sayfa gösteren Public Domain Torrents sitesi, internetin en popüler paylaşım protokolü Bittorrent'i kullanarak telif hakları herkesin paylaşımına açılmış film ve televizyon dizilerinin izini tutuyor. Sessiz dönem filmlerinden birçok örneğin bulunabileceği sitede sesli siyah-beyaz döneme ait klasiklere de ulaşmak mümkün. Özellikle bilim- kurgu alanındaki örnekler internet tutkunlarının kaçırmaması gereken cinsten. Last man on earth, Plan 9 from Outerspace, Little Shop of Horrors, Living Dead, Reefer Madness ve Sex Madness gibi klasiklerin yanı sıra Dick Tracy, Flash Gordon, Tarzan, Zorro gibi klasik televizyon dizilerini de bu sistem sayesinde çekip seyretmek mümkün. DivX formatındaki bu video dosyalarının aynı zamanda el bilgisayarları, Sony Playstation Portable ve iPod cihazları için de özel sürümleri yer alıyor. Yapımları DVD ya da VHS kaset formatında satın almak isteyenler için satış ağlarına bağlantılar da bulunuyor. Filmleri çekmek istemeyenler için bazı başlıklar Google Video hizmeti altında web üstünden de seyredilebiliyor. Bunun için gerekli bağlantılar yine sitenin sayfalarında bulunuyor. 500'den fazla başlığın yer aldığı site klasik tutkunları için benzersiz bir hizmet sunuyor. Sitenin tasarımından başka bir kusuru yok. : publicdomaintorrents.com

Pazar, Eylül 03, 2006

15. PARİS BİENALİ - BASIN TOPLANTISI

26 Eylül'de yolu Paris'ten geçecek kültür-sanat gazetecilerini ilgilendirebilir:


XV BIENNALE DE PARIS
*****************************************************************
INFORMATION NOTE – SEPTEMBER 8, 2006
*****************************************************************
Press Conference – September 26, 11am – Maison de Radio France

Almost fifty years after it was first celebrated, the XVth Biennale de Paris will be held in Paris, France and abroad, mostly between 1 and 31 October 2006.
Nearly 100 projects from more than 20 countries will take part : 58 projects in Paris and its surrounding area, 11 in the provinces and 29 in foreign countries.
The approaches presented speak for themselves. The Biennale de Paris no longer imposes objects, works, artists or ideas.
The catalogue (1185 pages) brings together a comprehensive selection of unpublished documents and is available from Paris Musées http://www.parismusees.com or from the following website: http://www.biennaledeparis.org
The Biennale de Paris would like to thank all its partners for their precious support. http://www.biennaledeparis.org/2006/en/associates.htm
The press conference will be held on 26 September at 11 am at the Centre for Foreign Press in France (Maison de Radio France).116 Avenue du Président Kennedy 75220 Paris Cedex 16Phone. : + 33 (0)1 56 40 15 15http://www.capefrance.com
Accès : RER C, Bus 70 ou 72.

- Translated by Abadenn Multilingue Internationale -
------------------------------------------
Biennale de ParisBP 35875868 Paris cedex 18FranceT: + 33 (0)1 42 29 48 23E: contact@biennaledeparis.orghttp://www.biennaledeparis.org

Perşembe, Ağustos 31, 2006

"MİDAK SOKAĞI"NI ÇOK SEVMİŞTİM...

"Dünya Mahfuz'u yitirdi"...
Milliyet, 31 Ağustos 2006

Arap dünyasından Nobel ödülü alan ilk sanatçı olan Mahfuz'un ardından Bush da bir "taziye" mesajı yayınlamış... O da 11 eylülden sonra Bush'a "dünya ile ilişkilerinize adalet egemen olsun" diyerek bir taziye mesajı yollamış... Edebiyat ve politika ilişkileri çok ilginç değil mi? Size kimlerinkini çağrıştırıyor bilemem...
Ben en çok Midak Sokağı'nı sevmiştim... Üstelik bu kitabın elime ilk geçişi -günlük basının kültüre sanata önem verdiği yıllarda-, Sabah'ın armağan ettiği "Nobel Ödüllü Kitaplar" yoluyla olmuştu...

Çarşamba, Ağustos 30, 2006

ANADOLU SANATÇILAR DERNEĞİ’NİN 33. SERGİSİ

Sadık VARER yollamış:
________________

ANADOLU SANATÇILAR DERNEĞİ’NİN 33. SERGİSİ HAKKINDA...

Beş yaşına girmekte olan Anadolu Sanatçılar Derneği bugüne değin altısı yurtdışında, toplam otuz iki sergi gerçekleştirdi. Otuz üçüncü sergiyle bu sezonu açıyoruz.
Seçkinci davranmıyoruz. İnsanları bir araya getiren bütün mekânlarda etkinlikler düzenliyoruz. Sergilerimizi izlemeye gelen insanların ulusal kimlikleri ile ilgilenmiyoruz.
Paris’te, Cannes’da ya da Duisburg’da gerçekleştirdiğimiz sergilerle, Kadıköy’de, Beyoğlu’nda ya da Kartal’da gerçekleştirdiğimiz sergiler arasında bir fark görmüyoruz.
Pek çok ressamın "olabilecek en iyi şey" saydığı yurtdışı sergileri bizler için sadece izleyici farkını ifade ediyor. Türkiye’deki sergilerimizi Türkler, Kürtler, Lazlar ya da Çerkezler izliyorlar, yurtdışındaki sergilerimizi ise Fransızlar, İtalyanlar ya da Almanlar izliyorlar.
İzleyenlerin ulusal kimliklerinin farklı olması bu sergilerin önemini ne arttırıyor ne de azaltıyor !
Yurtdışında yürüttüğümüz “Anadolu Sergileri” başlıklı projemize profesyonel sanatçıları katıyoruz. Yurt içindeki sergilerimize ise bazen yalnızca profesyonel sanatçıları katıyoruz; bazen de bu sergimizdeki gibi, resme yeni başlamış ama ressam olmaya kararlı sanatçı
adaylarını da içine alan karma sergiler düzenliyoruz. Ve elbette ASD olarak, üstenci davranan
ben bu acemilerle birlikte karma sergilere katılmam" diyen ressamları yurtiçinde ve yurtdışında gerçekleştirdiğimiz profesyonel sergilere katmama hakkımızı kullanıyoruz.
Kendinden menkul, yetenek iktidarı kullanan bu tip üstenci sanatçılarla aramızdaki mesafeyi koruyoruz.
Yeni sergilerde birlikte olmak dileğiyle...

Sadık VARER
Anadolu Sanatçılar Derneği Sözcüsü


Sergiye katılan sanatçılar ve sanatçı adayları :

Ali Ekber ATAŞ, Ali YAĞCI, Aynur KIZILTAN, Baki DEMİR , Bahar EMRE, Bahar ERGEN, Canan AKAR, Cevahir AYMA, Ceyda HÜNDAL, Derya PARLAK, Dilek KILIÇ, Diren BALKANLI, E.Tamay TATAR, Emine YÜKSEL, Erdal ÜNAL, Eren ERDOĞAN, Engin Sezai ÜLGEN, Gültekin ŞAMLI, Hande ÇINAR, Hasan SEÇKİN, Hasan DEMİR, Hasan ÖKTEM, İsmail KARAPOLAT, Kemal KURBAN, Mine UĞURKAN, Nihal DOĞANAY, Nizamettin YILMAZ, Ruveyda TEZCAN, Sadık VARER, Seda NAS, Selin AKSOY, Serpil AKTAŞ, Sibel ERGÜN, Şerafettin TÜRKMENOĞLU, Tülay ER, Vasfiye YAĞCI, Zeynep ÜNLÜ.

Desen: İsmail Yıldırım

Sergi tarihi: 02 . 09 .2006 / 07.09.02006
Açılış Kokteyli: 02.09.2006, saat 18oo – 20oo
Adres: Kadıköy Belediyesi (Sergi Salonu ) Hasanpaşa _ Kadıköy.
İletişim: (0216) 353 48 54 sadikvarer@ hotmail.com
ASD Web: http://www.anatoliart.com ( Görsel malzeme için web sitesindeki resimleri
kullanabilirsiniz.)
English: Please see the "Anatolian Artists Association" website: http://www.anatoliart.com/default_eng.htm

Perşembe, Ağustos 24, 2006

JOSEPH NECHVATAL ve MASALSI "NEOCON" PORTRELERİ

Sanat felsefesi ve teknoloji alanında doktoralı Joseph Nechvatal, Paris ve ABD'de yaşayan bir Amerikalı. "Elektronik görsel enformasyon" konusunda ilginç işleri var. "Masal Ülkesinin İdeologları" başlıklı son çalışması "Neocon"larla ilgili. Çok ilginç:

ideologues in fairyland
-A series of fairy portraits of some prominent neo-conservatives-*

* note: A neo-conservative (abbreviated as neo-con or neocon) is part of a U.S. based ideological political movement rooted in liberal Cold War anticommunism and a backlash against the social liberation movements of the 1960s and 1970s. Many follow the philosophic instruction of Leo Strauss, including his conviction in the necessity for governmental Machiavellian fraudulence, manipulation and mass deception.
They favor an aggressive unilateral U.S. foreign policy and generally believe that elites must protect democracy from the masses. One of their most noteworthy organizations is the neocon think tank called the Project for the New American Century (PNAC)

Salı, Ağustos 22, 2006

GÜLERYÜZ'ÜN İZMİR SERGİSİ

Mehmet Güleryüz’ün “Yaşam Sahneleri” başlıklı sergisi 4 Eylül— 4 Ekim 2006
tarihleri arasında, Akdemir Grubu sponsorluğunda, “AGORA’da Sanat" etkinlikleri kapsamında İzmir (Balçova'daki ) Agora'da ziyarete açık olacak...

Ayrıntılı bilgi burada!


"Okurken"- M. Güleryüz

Perşembe, Ağustos 10, 2006

SAVAŞ ve SANAT

Radikal'de bugün New York Times haberlerinden birine atfen "Kentin kültür yaşamı durma noktasında" başlıklı bir haber yayınlandı... Haberde Lübnanlı müzik yapımcısı Gazi Abdül Baki'nin yapacağı, (savaşın ikinci gününde yapılacağı için Baki açısından aynı zamanda küçük bir direniş eylemi olacak) bir etkinliğin "nasıl yapılamadığı" ve kentin savaş nedeniyle duran sanat yaşamından sözediliyor. Baki'nin web sitesinde "Web sitemizi güncelleyemiyoruz" dediği de yazılı. O siteyi ben merak ettim. Siz de etmişsinizdir belki, burada: http://www.ghazibaki.com/

NY Times, Gazi Abdül Baki'yle yakından ilgili... Pek çok da haber çıkmış hakkında...

Burada da TR- UNICEF'in çocuklar için açtığı kampanyanın sitesi var...

Cuma, Temmuz 28, 2006

WEB'DE BEYRUT'LU BİR SANATÇI; ZENA el-KHALİL'DEN MESAJLAR

Beyrut'lu bir kadın sanatçı, Zena el-Khalil, web-kütüğünde Lübnan'da yaşananları yazıyor. 1976 doğumlu Zena, bir Amerikalı "çevre savaşçısı" Wael ile evli. Zena savaşın çevreye etkisini de fotoğraflarla görüntülemiş burada. Ölü balıklar, kumsalı siyaha boyayan petrol...
Zena, "Imagining Ourselves" ("Kendimizi Imgelemek") web sitesinde diğer sanat projeleri arasında evlilik hikayesini de anlatıyor. Pembe bir gelinlik giyip Beyrut sokaklarında dolaşmayı da içeren "Bir Koca Lütfen" başlıklı bir etkinliği var. O sırada gerçekten evlenmeyi hiç düşünmeyen Zena, Wael ile evlendiğinde aynı pembe gelinliği giymiş...

Zena, sanatsal çalışmalarını "Ziggydoodle" web sitesinde belgeliyor. Aynı sitede "günlük" formatındaki yazılarını son günlerde "Beyrout Update" adını verdiği savaş günlüğüne taşımış...
Israel uçaklarının attıkları arasında sadece bomba yok. Aşağıdaki karikatür gibi psikolojik silahlar da atıyorlar. Bir Lübnan haritası üzerine oturan Hamas lideri, Suriye ve İran cumhurbaşkanları... Cam kaptan Nasrullah çıkmış "Başka bir emriniz var mı?" diyor...

Zena kendisine "empoze edilen" bu savaş yüzünden Lübnan'ı terkedip, "öteki yaşam"ına devam etmek zorunda olduğunu belirtiyor. "Yoruldum" diyor. "Bütün savaşlar gibi sivillere empoze edilen bu savaştan çok yoruldum ve yazdıklarımla 'gelen posta' kutunuzdaki baskı yaratan mesajlardan bir tanesi daha olmak istemiyorum!"
O böyle diyor ama...
Savaş hakkında yazdıkları arasından bir mektup var ki bugünlerde hemen hemen tüm Internet basınında yer alıyor.

İstanbul "Indymedia"da bu mektubun Ufuk Dalmış tarafından yapılmış çevirisi var. Bir Türkçe çeviri de Betül Akdağ tarafından yapılmış. Bu metin arkadaşım Laleper Aytek'e ulaşmış. O da "ne yazsam siliyorum, kelimeler kifayetsiz kalıyor ve bu elimiz kolumuz bağlılıkta donup kalıyorum, sizlerle de paylaşmak istedim." diyerek bana (da) yollamış. Ben de "Web'de Kültür Sanat" okur ve ziyaretçileri ile paylaşıyorum.
********
Date: 27.07.2006 14:00:16
Subject: Beyrutlu bir kadın sanatçıdan mektup
************
Öksürmeye başladım. Ama nedenini bilmiyorum. Hasta değilim. Soğuk algınlığım da yok. Sanırım fazla stresten kaynaklanıyor. Bedenim kendini güçsüz hissediyor. Ne kadar su içersem içeyim ağzım hep kuru. Tükenmesini istemediğimden çok fazla su içmeye de korkuyorum.
Dün gece muhtemelen bütün hayatım boyunca deneyimlediğim en korkunç gündü. Çok yorgun ve bitkindim. Günlerdir uyumuyorum. Nihayet bir an sessizlik olduğunda ise, karnım ve kalbimdeki gerginlik beni derin bir uykuya dalmaktan alıkoyuyor.
Dün gece Dahiyeh (Beyrut’un varoş bölgesi) üzerine düşen en az 15 bomba saydık. Bunlar sadece bizim duyduklarımız. Gecenin bir yerlerinde kendi kendime, eğer birazcık olsun uyuyamazsam çıldıracağımı söyledim ve beni öldürenin bu olacağını…
Hiçbirşey yiyemiyorum. Bu yüzden psikolojik direncimi kaybediyorum. Bu noktada herşey ruh halime bağlı. Biliyorum ki güçlü olmalıyım ve olacağım. Ama yaşadıklarımı inkâr edemem.
İnsanların kahramanlıktan olduğu kadar dibe vurmaktan da haberdar olmalarının önemi olduğunu düşünüyorum. Pek çoğumuz bir çok şeyle başetmeye çalışıyoruz, tehlikeye içindeyiz. Beyrut, halkı için yiyecek, su ve ilaç bulmaya çalışıyor. İnternet üzerinden ya da başka bir biçimde birşeyler yapıyor olmamız hasta, korkmuş ve bitkin olmadığımız anlamına gelmez.
Dün gece, bu ana kadar yaşadığımız en kötü bombardımanı yaşarken, gürültülerden artık korkmadığımı farkettim; ne kadar da çabuk alışıyorsunuz. Farkettim ki en çok canımı yakan, “BİLİNMEYEN”.
Yarın ne olacak? Bu olanlar ne zaman son bulacak? Nasıl yeniden ayağa kalmaya başlayacağız? Mülteciler kabul edilecek mi? Güneydeki insanlar ne halde? Ve bütün bir ülkeyi cezalandırmak neden? Bunların ardındaki gerçek plan ne? Herşey daha ne kadar kötüye gidecek?.. Eşim ve ben, ülkeyi terketmek konusunda yardımcı olduğumuz yabancı sığınmacıları barındırıyoruz. Bu sabah ikisi gitmeyi başardı, bir Alman ve bir İsviçreli. Diğer ikisi İngiliz ve Alman. En saçma olan da şu ki Amerikan büyükelçiliği buradaki vatandaşlarına en az yardım eden elçilik. Telefon hatları servis dışı. Birkaç gün önce tesadüfen tanıştığım Arkadaşım Amanda, kendisini Beyrut’un dışındaki elçiliğe götürmesi için bir taksi kiralamak zorunda kaldı. Ve ona bütün söyledikleri, ne yapacaklarını bilmedikleri ve gelişmeleri elçilik web sitesinden takip etmeye devam etmeleri oldu. Web sitesinden edinebildiği tek bilgi ise, 5 gün sonra bir tahliye yapılacağı ama bu tahliye için para ödemek zorunda kalacak olması!
Evet, kendi vatandaşlarına, kurtulmak için para ödemeleri gerektiğini söylüyorlar. Buna inanabiliyor musunuz?!
İnsanları ülke dışına çıkarmaya çalışmak beni stres altına alıyor. Sorun şu ki eğer ülkeden çıkma fırsatım olsa ne yapacağım? Gider miyim? Arkadaşlarım ne olacak? Ailem? Sanat stüdyom? Bir İngiliz pasaportum var, eşimle birlikte ülke dışına çıkabilirim. Ama en iyi arkadaşım Maya’ya ne olacak? Ender görülen ve kötü cins bir kansere yakalandı. Birkaç ay önce teşhis konduğundan bu yana ona ben bakıyorum ve biliyorum ki benim bakımım onun mücadele etmesine yardım ediyor. Yakalandığı kanser “ tedavi edilemez” bir tür, fakat ironiye bakın ki bombardımanın başladığı gün doktoru tümörlerinin küçüldüğünü söyledi. İnanılmaz- gerçek bir mucize.
Maya’yı bırakamam!
Ya stüdyodaki resimlerim ne olacak? Ya bütün fırçalarım, boyalarım, ışığım kitaplarım! Bütün kitaplarım !
Ve işte yine beynimden geçen çılgınca şeyler.Fotoğraf albümlerimiz ne olacak? Bütün aile fotoğraflarımız… Anılarımız…Ya birkaç yaz önce ayrılık acısı çekerken balkon duvarına çiziktiriverdiğim resimler ne olacak? Ya sakladığım bütün aşk mektuplarına? Birgün kızıma vermek istediğim, geçliğimin bu kanıtlarına ne olacak?Ya diğer en iyi dostlarım? Köpeğim Tampopo’ ya ne olacak? Daima saflık ve şefkat kaynağı olan ve beni asla yalnız bırakmayan güzel Jack Russel teriyerim. Bir meleğin gözlerini taşıyan…
Köpeklerin ülke dışına çıkmasına izin verilmiyor ki…
Amerikalı arkadaşım Christine -adı Arapça öpücük anlamına gelen- Baousi adındaki buldog köpeğini bana bırakmak zorunda kalacak. Çok üzülüyor… Neredeyse ülkesine gitmek istemeyecek…Köpeğini almalarını sağlamak için pek çok elçiliğe başvurdu.
Üzülme Christine. Ben Baousi’ye bakarım…
Kızkardeşim devlet okullarında barınan sığınmacılara yardım için gönüllü olarak çalışıyor. (Şu anda para, gıda, ilaç, su, battaniye ve şilte yardımında bulunmak için vatandaşlarımızı çağırıyorlar). İnsanlardan para yardımı topluyor ve sonra sığınmacılara ilaç almak için harcıyor. Kendi inisiyatifiyle! Annem de onlara katıldı. Bir arkadaşımız bağış toplamak için bir web sitesi kurdu:
http://atrissi.com/helplebanon/
Günün en inanılmaz ifadesi: İsrail insanlara güneyi boşaltmalarını, çünkü Lübnan’ın güneyini yok edeceğini söyledi. Ama insanlar ordan ayrılamıyor çünkü bütün yollar ya yıkıldı ya da önleri kesildi. Ve dün oradan ayrılmayı denediklerinde İsraillilier üzerlerine ateş açtı.
Burada bir katliam yapılıyor !
Tekrarlanan saldırılarda, dün olduğu gibi,- İsrail Lübnan’ın güneyini fosfor ve diğer kimyasal silahlarla bombalıyor.
- İsrail Lübnan sahil şeridi boyunca tüm limanları bombaladı.- İsrail bütün yerel askeri radarlarımızı ve bazı ileri karakollarımızı bombaladı.- İsrail güneydeki bütün askeri tugaylarımızı ve Arama ve Kurtarma ekiplerimizi bombaladı. Yaşayan masum sivilller kayboldu. Sığınmacıların kaldığı binalarda da katliam yapıldı. - İsrail Beyrut varoşlarını (Dahiyeh ve Haret Hreik) bombalamaya devam ediyor.- İsrail şu ana kadar 100’den fazla sivili öldürdü ve yüzlercesini yaraladı. Ve güneyi bombalamaya devam ediyor.- İsrail dağ yollarını vurmaya başladı. Shouf’a giden bir ana yolu bombaladılar.- İsrail dağlardaki bitkilere gaz bombaları atıyor.
Daha fazla devam edemeyeceğim…

***
İsrail Lübnan’daki ileri karakolları hedef almaya başladı. Lübnan askerlerini katletti. Artık hedeflerinde sadece Hizbullah yok. Lübnan’ın tamamını yok etmeyi hedefliyorlar.Gerçek:İsrail, Lübnan’ı dize getirmeye çalışıyor.
İsrail, Lübnan’ı ve Lübnan ruhunu yok etmeye çalışıyor.İsrail, Lübnanlıları yine birbirlerine düşürmeye çalışıyor.
İsrail, bizleri su, yiyecek ve barınak için otlanan hayvanlara çevirmeye çalışıyor.
İsrail ve Amerika, Suriye ve İran’ı da bunun içine çekmeye çalışıyor. Lübnan’ı yem olarak kullanıyorlar. Lübnan ise ortada kalmış durumda.
Amerika ve İsrail bölgesel bir savaş çıkarmaya çalışıyor !
Lütfen yapabildiğiniz her biçimde yardım edin. Lütfen bu mesajı herkese iletin, isterseniz yeniden yazın.Lütfen insanlara neler olduğunu anlatın. Lütfen kendi bürokratlarınıza bir adım atıp, birşeyler yapmaları için baskı kurun.Lübnan barışsever bir ülkedir. Biz Ortadoğu’da bütün dinlere mensup insanların birarada ve barış içinde yaşadığı tek ülkeyiz.
Haberlerin bu kadar önyargılı olması inanılmaz. Gerçek hasarları bildirmiyorlar. İsrail’in masum insanları öldürdüğünü bildirmiyorlar.Bu durumdan öyle anlaşılıyor ki hepsi G8 odaklılar.İsrail ve US yönetimi gerçekten sadece bizi mi ortadan kaldırmaya çalışıyor?
Onlara gitmeyeceğinizi söyleyebilirsiniz. Pek çoğumuz gitmiyor. Lübnan’ı seviyoruz.
Onlara benim gibi insanları anlatın…
kültür ve hoşgörü inşa eden
barış ve uzlaşma için çalışan
eğitmek için çabalayan
sevgi ve merhameti yücelten insanlardan bahsedin onlara…
Burada benim gibi binlerce insan var.
Bize ne olacak? Onlara benim gibi, bütün bunlara rağmen hâlâ nefret etmeyi öğrenmemiş insanlardan söz edin. Benden değerlerim dışında herşeyimi alabilirler. İnançlarım ve erdemlerim dışında herşeyi. Ama asla ve asla ruhumu dizginleyemezler! İsrail halkına yöneticilerinin bize neler yaptığını anlatın. Şiddetin şiddet doğuracağını söyleyin onlara. Lübnan’ın komşuları olduğunu ve barış içinde yaşamanın mümkün olduğunu anımsatın onlara. Şiddetle nasıl bir uzlaşmaya varabiliriz ki?

Çok yakındık…
Çok yakındık…

Lütfen bu vahşete son verin!
Yine de sevgiyle
Zena el-Khalil
çeviri: Betül Akdağ
****************************




Pazar, Temmuz 23, 2006

BODRUM'DA ŞENLİK VAR: CARLOS ACOSTA ve "The TROCKS"!

Dünyaca ünlü bale grubu Trockadero de Monte Carlo 30-31 Ağustos'da Bodrum'da...

30 - 31 Agust 2006
4. Bodrum Ballet Festival

BODRUM

Founded in 1974 by a group of ballet enthusiasts for the purpose of presenting a playful, entertaining view of traditional, classical ballet in parody form and en travesti, LES BALLETS TROCKADERO DE MONTE CARLO first performed in the late-late shows in Off-Off Broadway lofts. The TROCKS, as they are affectionately known, quickly garnered a major critical essay by Arlene Croce in The New Yorker, and combined with reviews in The New York Times and The Village Voice, established the Company as an artistic and popular success... Devamı: http://www.trockadero.org/



Efsanevi Bale Dansçısı Carlos Acosta da Bodrum da...
2 gösteri: 11-12 Ağustos 2006


Efsanevi Kübalı bale dansçısı Carlos Acosta, Bodrum Uluslararası Bale Festivalinde Olivier’e aday gösterilen Tocoroco adlı şovunun iki özel gösterisini sahneleyecek.

Londra’da The Royal Ballet (Kraliyet Balesi) Baş Konuk Sanatçısı ve New York’ta American Ballet Theatre (Amerikan Bale Tiyatrosu) Konuk Sanatçısı olan Acosta, çoğunlukla, kuşağının en büyük klasik dansçısı olarak görülmekte...

The Royal Ballet’te Kenneth MacMillan’ın Romeo adlı eserinde yıldızı parlamış olup performansından dolayı büyük övgüler almış: “Acosta’nın dansı coşkulu ve net olup müzikle yükselmekte ve vücudu havada sevinçle yayılmaktadır.” (The Independent).

- Sanatçının Gavin Evans imzalı olağanüstü fotoğraflardan oluşan galerisinde (flash ile verildiği ve "copyright" ile korunduğu için izinsiz buraya alamadığım 14. resim) ayaklarına yakından bakmak bile nasıl çalıştığı hakkında fikir vermeye yetiyor!Mamafih Evans'ın kendi sitesinde de aynı fotoğraf var: -

KARAGÖZ SANAT EVİ'NDE KAYALI SERGİSİ - Ayvalık

Ressam Gülseren Kayalı , Ayvalık’taki ilk sergisini, Karagöz Sanat Evi’nde açıyor.

Bölgenin sanatsal gelişimine destek olmak amacı ile yüz yıllık, mimari dokusu korunarak restore edilen yıkık bir Rum marangozhanesinde hayata geçirilen "Karagöz Sanat Evi", 5—20 Ağustos 2006 tarihleri arasında, Gülseren Kayalı’nın “Dünden Bugüne Resim Sergisi 1976-2006” retrospektifine evsahipliği yapacak...

KARAGÖZ SANAT EVİ
Cumhuriyet Cad. No.78
Ayvalık 10400
Tel: 0 266 312 65 61

http://www.cafeturc.com/
http://www.gulserenkayali.com/

Ayrıntılı bilgi Fügen Akkemik'te:
fugenakkemik@sanattanitim.com
http://www.sanattanitim.com

Pazartesi, Temmuz 17, 2006

CHIRAC'IN KULTUR SANATA ATTIĞI İMZA: Musée du quai Branly

Paris'in yeni bir müzesi daha olmuş da haberimiz yokmuş:
"Musée du quai Branly"!
Nitekim bu müzeden Jacques Chirac döneminde kültür ve sanata verilen önemin somut bir göstergesi olarak sözedildiğini söyledi bu haberi veren dostum... (Küçük resme tıklandığında Müze'nin web sitesini, büyük resme tıklandığında ise Le Monde gazetesinin bu müzenin açılış haberini görebiliyorsunuz... Hatta Le Monde sadece göstermiyor, duyuruyor da! O yüzden bu sayfayı şu anda iş yerinizden okuyorsanız bilgisayarınızın sesini kısmadan tıklamayın büyük resmi!!)
Aralık 1998'de Hükümet bu müzenin inşaatı ve koleksiyonun toplanması için € 167.69 milyon bütçe ayırmış.
Şu belgede ise harcama kalemleri görülüyor:
İnşaat: €204.3 milyon,
Bilgisayar teknolojileri: €12.4 milyon,

Sanatsal objelerin toplanması, onarımı ve "dijitalize edilmesi": €5,7 milyon,
Mediatheque": €6.4 milyon
"Multimedia": €3.7 milyon...
Müze, "açılışı şerefine" şu sıralar ücretsiz geziliyormuş...
Bu haberden benim çıkardığım dersler:

  • Fransa geç de olsa bilgi teknolojilerinin ve elektronik iletişimin önemini algılamış, eskiden içeri para ile girilen Le Monde web sitesinde şimdi sesli ve hareketli görüntü ile haberlere erişiliyor...
  • Siyasilerin "iz bırakma" hırsının kapsamına kültür ve sanatın girmesi insanlık için harika bir olgu olabilir (tersi de varit olmakla birlikte)...
  • Paris, kültür ve sanat kenti olma özelliğini kaptırmamakta kararlı...

Perşembe, Temmuz 13, 2006

Pazar, Temmuz 09, 2006

BOYABAT'A BİLGİSAYAR YARDIMI...

Boyabat Endüstri Meslek Lisesi'nden gelen bir mesaja göre elinizdeki fazla kitap ve bilgisayar aksamını göndemeniz çok makbule geçecek... Mesajı şuradan okuyabilirsiniz...

Çarşamba, Temmuz 05, 2006

TARIM POLİTİKASINA ETKİLİ OLMAK İÇİN ŞİİR YAZMAK...


"Ekinleri ne sevindirir,
toprak hangi yıldızda alt üst edilir,
hangi yıldızda asmalar karaağaçlara sarılır,
sığırlar nasıl bir bakım ister, koyunlar nasıl,
nasıl yetiştirilir tutumlu arılar,
işte şiirime bunlarla başlayacağım, Maecenas!"

KAYNAK: M.Ö. 70-19 yılları arasında yaşamış Roma'lı şair Publius Vergilius Maro'nun M.Ö. 30 yılında yazdığı "Georgica" şiiri.

Niye bu zahmete kalkışmış Vergilius, Maecenas kimmiş, hikayesi burada...

KOMETSEVERLERE İYİ HABER...

Bugün Paris'ten -Gürel Yontan'dan- gelen habere göre, başarılı bir operasyon geçiren Komet'in sağlık durumunda "korkutucu" bir şey olmayıp, yarın normal şartlar altındaki hastaların yattığı odasına alınacakmış... Ohhh... İçimiz rahatladı. Bütün sevenlerin gözü aydın...

Pazar, Temmuz 02, 2006

Mardin’e "Sakıp Sabancı Müzesi" mi "Mardin Sakıp Sabancı Kent Müzesi" mi?


Mardin Kent Müzesi'ne dönüşecek olan eski Vergi Dairesi...

"Mardin'e Sakıp Sabancı Müzesi" gibi başlıklar altında yer aldı haber kimi yazılı basın organlarında... Internet yayınlarında da aynı konuyla ilgili haberlerde müzenin adı ve genel bilgiler birbirinden çok farklı... "Sakıp Sabancı" adı "Kent Müzesi"nin önünde mi olmalıydı? Öyle mi olacak? Bilmiyorum. Ama bildiğim, Mardin'deki de dahil, "Kent Müzeleri"nin ÇEKÜL ve Tarihi Kentler Birliği'nin yıllardır yaygınlaştırmaya çalıştığı bir uygulama olduğu. Mardin projesi ise hani ne derler, "elim üzerinde" misali, bu iki kurumun ve Marev'in gündemini sürekli işgal eden maddelerin başında gelir. Mardin Valiliği de web sitesinde bunu vurguluyor zaten...
Tıklanınca neler çıkar kimbilir, ÇEKUL GAZETE 'sindeki haberler ve haber arşivinden de...

Yalnız Mardin mi?
- İşte Bursa Kent Müzesi...
İşte tarihe düşülmüş başka kayıtlardan bazıları:

"İzmir'e 70 yıldır hizmet veren Çankaya'daki tarihi 'İtfaiye' binası işlev değiştirerek, 'Kent Müzesi ve Arşivi'ne dönüşüyor... İtfaiye ise Yenişehir'de yaptırılan yeni merkezine taşınacak. Tarihi bina, Kent Müzesi olarak hizmet verebilmesi için restore ettiriliyor... 1930-32 yılları arasında inşa edilen ve birinci derece tarihi eser olarak 1988 yılında tescillenen, itfaiye hizmet merkezi olarak tasarımlanmış bina, erken cumhuriyet dönemi mimarisinin özelliklerini taşıyor ve yine o yıllarda inşa edilen ender betonarme yapılar arasında yer alıyor. 1932’den 2001 yılı sonuna kadar aralıksız itfaiye merkezi olarak hizmet veren bina şimdi İzmirli’lere yeni işleviyle başka bir hizmet vermeye hazırlanıyor: 'Kentsel hafıza kaybını önleme merkezi' ya da 'İKEMA"= İzmir Kent Müzesi ve Arşivi'... Müzenin amaçlarının başında toplumsal bilincin gelişmesi, estetik kaygının yerleşmesine katkı koymak geliyor. Ayrıca bu Müze, İzmirliler'i klasik müze ve kütüphanenin tekdüzeliğinden kurtaracak. Müzeyi ziyaret edenler, geçmişi eğlenerek araştırma ve öğrenme imkanı bulacaklar. Çünkü İzmir kent müzesi, insanların tüm duyularına hitap edecek şekilde tasarlanıyor ve günümüz teknolojisinin tüm olanaklarından yararlanılarak, sunulan içeriğin sürekli değişmesi planlanıyor...

Kent Müzesi ve Arşivi’nin anlamı...

Kent müze ve arşivleri yerel ölçekte ilk kez 19. yüzyılda, kültürel, ulusal kimlik ve hemşehrilik ruhu yaratmaya gereksinim duyan ABD’de görülmekle birlikte, ulusal ölçekli kurumlar olarak Avrupa’da eskiden beri bulunuyordu. Son 30 yılda, iktidarın yerelleşmesi sürecinde kent müzeleri ve arşivleri de tıpkı, temizlik, aydınlatma, yol yapımı gibi bir kentsel hizmet kurumu olarak algılanmaya başladılar. Ülkemizde de bu kavram ilk kez Tarihi Kentler Birliği’nin geçen ay çıkardığı 'Yönerge' (*) ile kurumsallaştırılmaya başlandı. Aynı tarihte Dr. Sabri Yetkin ve Dr. Fikret Yılmaz da İzmir projesinin sunumunu yapmışlardı... "

Yukarıdaki yazının tarihi 22 Ekim 2002! Devamı burada :
"70 Yıllık İtfaiye'den İzmir Kent Müzesi ve Arşivi'ne..."

"Kent Müzesi"ne dair başka bir anekdot:

“-Bizim niye güzel bir müzemiz yok?”
Yer; Kula’da bir düğün salonu, bir önceki hafta bu sayfadan duyurulan "Kula -Koruma, Yaşatma, Geliştirme, Araştırma, Proje, Uygulama- Sempozyumu"ndaydık. “Kenan Evren Etnografya Müzesi’nin Kula Kent Müzesi’ne Dönüştürülmesi Projesi” başlıklı bildirinin sunumunun ardından söz istedi ve aynen böyle sordu genç ortaokul öğrencisi. “Peki bunun nedeni Kula’nın coğrafi konumu olabilir mi?” diye de ekledi. “Hayır” dediler genç öğrenciye, “Kula bu konuda yalnız değil, kent müzesinin ne olup, ne olmadığının anlaşılması, coğrafi konumdan daha önemli”... Sonra kent müzesi kavramı hakkında daha ayrıntılı bilgi verildi. Sempozyumun en ilginç tarafı izleyicilerin arasında Kula’lı genç öğrencilerin de bulunması ve zaman zaman bilim insanlarına böyle ilginç sorular yöneltmeleriydi...
Bu yazının ayrıntıları da şurada...

"Şeytan ayrıntılarda gizli" denir ya, bu Internet'in yararlarından biri de bu galiba, deştikçe çıkan ayrıntılar... Son yazılarda "doğrucu Davut"luk gibi habire arşivden çıkardıklarımı buraya koymak zorunda kaldığım için huzursuz oluyorum biraz. Ama bugün bunları buraya koymasaydım daha çok canım sıkılacaktı. ÇEKÜL konuşmayı çok sevmez, fakat birinin de bunları naftalinli web sayfalarından bulup çıkarması gerekiyordu...

Sonuçta, bu kadar yıldan beri olgunlaştırılmaya çalışılan bir proje desteklenirken, destekleyenin "adı", projenin önüne geçmemeli, "ortasında" kalabilmeli hiç değilse... Yani, bence...

* * * * * * * * * * * * *
(*) Bahsi geçen Yönerge'de müellifinin Prof. Dr. Metin Sözen olduğu "Kent Müzesi" konusu aşağıdaki gibi yer alıyordu ki bu metnin yazıldığı yıl 2002'dir:

Kent Tarihi Müzeleri’ne Doğru...
KENTLERİN KİMLİĞİ MÜZELERİNE YANSIMALIDIR...

Çok yakın bir gelecekte nüfusumuzun büyük bir bölümü yaşamlarını kentlerde sürdürmeye başlayacak. Bilindiği gibi bunun temel nedeni,Yirminci Yüzyılın ikinci yarısında ivme kazanan kentlere yönelme sürecinin, günümüze kadar hızını hiç yitirmemiş olmasıdır. Artık sonuçlarıyla birlikte çok yönlü araştırılması gereken “göç olgusunun”, yaşamımıza, doğal-kültürel varlıkların yitirilmesine yaptığı olumsuz etkilerinin saptanması, aynı zamanda “toplumsal kimliğimizin aldığı yaraların” belirlenmesini de sağlayacaktır.

Kentlerin, beklediklerinin çok ötesinde yükle şaşkına döndükleri bu dönemde, her şeyin altüst olmasıyla birlikte “kentsel dokunun çöküşü”, bu arada yetkilerin belirsizliği-yetersizliği, örgütlenme biçiminin çağın gerisinde oluşu, kenti diri tutan temel öğelerin de yitirilmesine yol açmıştır. Bir anlamda hukuk dışı alana dönüşen kentlerde, önünü görmenin, geleceği tasarlamanın güçleşmesi, “ülke yönetimini besleyecek kaynağın kurumasını ” birlikte getirmiş, en küçük yerleşme biriminden büyük kentlere kadar Türkiye coğrafyasının her noktası, bu uzun süren sağlıksız ortamdan etkilenmiştir.

Böylesi bir geniş alanda “dinmeyen hareketlilik”, yerelden evrensele aktarılması mümkün özgün birikimlerin genelleşmesini önlemiş, bu arada kentlere gelenlerin kısa sürede “yeni hemşehri” olma şansı zayıflamış, herkes “getirdikleri ile gördükleri arasında bocalama” sürecini yaşamak zorunda kalmıştır. İster istemez bu durum, kentlerin sorumluluklarını artırmış, kendilerine özgü “kentsel eğitim ortamı” yaratmalarını önlemiştir. Günlük olayların ötesine geçmeyi kaçınılmaz kılan yaklaşımları, sorunlar yumağına dönüşmüş yerleşme yerlerinden beklemek, günümüz koşullarında olanaksız gözükmekte, “farklı örgütlenmelerle ortak bir dayanışma ortamı yaratmak” gerekmektedir. Böyle bir gündem oluşturabilmek için, geniş zaman dilimi içinde “kenti kent yapan temel birimlerin” büyük bölümünün ayakta tutulması, temel koşullardan biri olarak gözükmektedir.

Kısacası, gelinen bu noktada, kenti kent yapan temel öğeler daha fazla yitirilmeden nasıl korunabilir ve bu süreçte kentsel bilinç nasıl güçlendirilebilir? Öncelikle, Anadolu ve Trakya’nın farklı niteliklerle yüklü yerleşme yerleri, kendilerini ayakta tutan geçmişlerine yaşama şansı yaratmalı, onsuzyaşamın tekdüze olduğunu” bilmelidirler. Bununla yetinmeyerek, kentlerini yaşamın kopmaz “anlamlı parçası” kılmanın yollarını aramalıdırlar. Çünkü kentlerin de bellekleri vardır ve bu “kentte insanların niçin yaşadığının” temel göstergesidir. Edip Cansever’in “İnsan yaşadığı yere benzer/O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer/Suyunda yüzen balığa/Toprağını iten çiçeğe/Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine...” dizelerinde vurguladığı gibi, insanlar giderek yaşadıkları kentlerin “görünen varlığı, görünen yüzü” olmalıdırlar...

Bunu geçmişin ilişkiler ağı içinde sağlayan, kentlerin geleneksel dokularıdır. Kentin her noktasında, “evinde-sokağında-mahallesinde-çarşısında-pazarında”, “çocuklar-gençler-yaşlılar”, her yaş diliminde insanlar, birbirleriyle ve kentle ilişkilerini güçlendirecek biçimde yaşayabiliyorlarsa, o “kentte yaşam henüz diriliğini yitirmemiş” demektir. Bu hangi boyutta, hangi nitelikte olursa olsun “geçmişi olan kentler” için önemli bir ölçüdür. Artık sokaklarını çocuklar değerlendiremiyor, apartmanda insanlar kimlerle yaşadıklarını bilmiyorlarsa bu, gücünü ve niteliğini geçmiş birikimlerinden alan kentlerde bir şeylerin yittiğinin-tükendiğinin temel işaretleridir. Bunu önlemek, yaşamın anlamını yitirmemeye çalışmak, kentlerin “kendilerini ciddiye almalarına” bağlıdır. Dünyada değişik coğrafyalarda yeni kurulan kentlerin bulmaya, yaratmaya çalıştıkları, özlemini çektikleri öğeleri, “var olanların yitirmesi”, en dikkatli sözcükleri seçerek söylemek gerekirse, “toplumsal bellek çöküntüsüyle” ilgilidir.

Yıllar önce, kentlerin bu temel sorununa bir cevap niteliğinde olmak üzere ÇEKÜL Vakfı, birbirine bağlı bir dizi projeyi gündeme getirerek, ülke bütününü içerecek genişlikte uygulamaya dönüştürmeye çalıştı. Özellikle Yirminci Yüzyılın son on yılı içinde, kentlerde gittikçe artan “dağınıklığı önlemek”, “kültürel sürekliliğin anlamını vurgulamak” amacıyla önce, “7 Bölge 7 Kent” projesi kapsamına giren başta Kemaliye-Midyat-Kastamonu-Talas-Akseki-Birgi-Mudanya olmak üzere kimliğini koruyan kentlerde, özgün özelliklerini yitirmemiş bir geleneksel konutu “Çevre Kültür Evi” olarak onarıp değerlendirmeye başladı. Bu özlenen hedefe ulaşmada ilk adımdı. Kentlerde yeni dayanışma odaklarının gelişmesine bağlı olarak ardından bu kez, her kent için, “Kent Tarihi Müzesi” oluşturma düşüncesi gündeme getirildi. Bunun çıkış noktası, diğerinde olduğu gibi, kentlerin işlevini yitirmiş bir tarihi yapısını onararak kurtarmak, müzeyi bu yapıda geliştirmekti. Çok yönlü düşünmeyi gerekli kılan bu çabalarda, öncelikle “yerel yönetimlerin ve sivil toplum örgütlerinin sorumluluğu yüklenmeleri”, gözden kaçırılmaması gereken önemli bir noktaydı. Yerel yönetimlerin ve sivil toplum örgütlerinin kentlerinin kimliğiyle ilgili tüm verileri toplamaya ve değerlendirmeye başlamaları, binlerce bilinmeden gözden çıkarılacak değerlerin kurtarılmasını sağladığı gibi, gelecekte kenti “niteliğine uygun tanımak ve geliştirmek” isteyecek kurum-kuruluş-kişilere sağlıklı ortam hazırlamaktı. Adından da anlaşılacağı gibi, kentin hemşehrilerinin oluşturacağı bu müzelerde, ailelerin fotoğraflarından eşyalarına, yönetenlerin kentlerine yaptıkları katkılara, kentin içinde ve çevresinde bulunmuş tarihin her döneminin sonuçlarını içeren buluntulara, anılarla yüklü kişilerin kentin kimliğini belirleyecek açıklamalarına, kısacası kenti kent kılan her öğeye kapıları açık tutmaktı. Diğer değişik başlıklar altında işlevlerini sürdüren müzelerle birlikte “Kent Tarihi Müzeleri”, her noktasında hemşehrilerinin emeğinin yansıdığı bir kimlikle, “kentin varlığının doğru okunmasını” sağlayacak yeni bir iletişim ağının oluşmasına, eğitim kurumlarının dolaylı doğrudan etkilenmesine yarayacaktı. Müzenin içinde yer alacağı yapının onarımından başlayarak her evresi için gerekli giderlerin kentin yerel yönetimi, sivil toplum örgütleri ve hemşehrileri tarafından karşılanması, “sahiplilik duygusunun pekişmesi” açısından da büyük önem taşımaktaydı. Burada Kültür Bakanlığı’nın, çağın gereklerine uygun bilginin toplanmasına, objelerin kimliklerine uygun sergilenmesine, düzeyli yayınlarla tanıtılmasına “yönlendirici katkıları”, projenin niteliğinin artmasında, sürekliliğin sağlanmasında çok önemli bir nokta olarak gözükmekteydi.

Bu düşüncelerin ışığında, dünyada gelişmiş örnekleri de dikkate alarak, “kentlerin anılarla yüklü geçmişini-gününü-geleceğini doğru yansıtacak, kentlinin kendisinden kopmaz bir parça olarak göreceği ortamları yaratmak”, ortak bir görev olarak karşımızda duruyor. Kendini korumaya çalışan kentler, el yordamıyla da olsa ilk örnekleri vermeye başladılar bile. Tokat bölgesinden “Niksar”, duyarlı bir yaklaşımla kentini ilgilendiren her belgeyi bir araya getiriyor. Eski Hükümet Konağı’nın onarımı gerçekleşebilirse, yapıya ve belgelere ikinci bir yaşam sansı yaratılmış olacak. Antalya bölgesinde Elmalı, Kültür Bakanlığı’na başvurarak yönlendirici destek istemekte, tüm yükümlülüğü üzerine alarak en kısa sürede “Elmalı Kent Tarihi Müzesi”ni yaşama geçirmeye çalışmakta. Benzer süreçten, Erzincan bölgesinden “Kemaliye”, Ankara bölgesinden “Beypazarı” da geçmekte. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde Mardin, kentin en görkemli yapılarından Eski Vergi Dairesi’ni onararak, “Mardin Kent Tarihi Müzesi”ne dönüştürme aşamasında. Bursa ise, özel bir programla eski bir başkent olduğunu gösterecek “Bursa Kent Tarihi Müzesi” ni Zafer Meydanı’nda oluşturmak üzere...

Kısacası her kentte bir “Çevre Kültür Evi”, bir “Kent Tarihi Müzesi” yaratma düşüncesi düş olmaktan çıkma yolunda... Bütün bu içtenlikli-bilinçli çabalar, salt bir müze oluşturma eylemi olarak nitelendirilmemeli, “yaşamı-kenti anlamlı kılma yolunda atılmış ilk adımlar”, aynı zamanda “bir bütünün kaçınılmaz parçası” olarak görülmelidir. Çünkü kentler artık, tüm varlıklarını yeniden değerlendirmeye, doğru kavramlara yaslanan “yeni kimlik arayışlarına” cevap vermeye yönelmekteler...

Cumartesi, Haziran 24, 2006

Bu seferki, "La Petite Band"ın İstanbul'a kaçıncı gelişi?

Birçok gazetede "La Petite Band ilk kez İstanbul'da" başlığıyla bir haber çıkıyordu kaç gündür...

La Petite Band ilk kez İstanbul'a ne zaman geldi bunu tam bilemem, ama 2000 yılında burada olduklarından adım gibi eminim! Çünkü onlarla Milliyet -"Web'de Kültür Sanat" için bir söyleşi yapmıştım.

Haber bültenlerini yazan arkadaşların en çok kaçınması gereken şeylerden biri de bu işte. Basının da araştıracak vakti olmaz ise... Ha, ne önemi mi var? Bilmem. Bunlar duygusal insanlar. Haklarında çıkan haberleri toplayıp bakarlar. "İlk kez"i görünce "demek geçen seferkini gözardı etmişler" derler, üzülürler. Üzmemek gerek sanatçıları... "Bach İstanbul'da" etkinlikleri için halkımızı çok sesli müzik alemi ile tanıştırıp barıştırmak uğruna ciddi çabalar sarfeden Hakan Erdoğan'ı da...

Bakın, arşivimden neler çıkıyor deştikçe!
İşte bu konuyla ilgili bir basın bülteni:



KONU: "BACH İSTANBUL'DA Konserleri"–
TARİH: 18 Eylül 2000, Pazartesi,
Armada'da yapılan Basın Toplantısı'nda konuşulanlar...


"Bach İstanbul'da" bu akşam (18 Eylül 2000, Pazartesi), "La Petite Bande" ile açılıyor. "La Petite Bande"ın yönetmeni Sigiswald Kuijken ile bu sabah Armada Otel'de bir basın toplantısı yapıldı. Evin İlyasoğlu'nun yönetiminde yapılan toplantıya "İkinci Aya İrini Bach Günleri"ni destekleyen TR-Net Genel Müdürü Coşkun Zümrütkaya da katıldı. İlyasoğlu, sözü önce Zümrütkaya'ya verdi. Zümrütkaya "iletişim teknolojisinin hiç olmadığı bir çağda yaşayıp, eserleri ile yüzyıllar ötesine mesaj veren Bach'ın 250. ölüm yıldönümünde böylesi bir etkinliği desteklemekten mutlu oldukları"nı belirtti. "Türkiye'nin Internet şirketi TR-Net'in bilimsel, kültürel ve sanatsal etkinliklere sahip çıkmayı sürdüreceği"ni de sözlerine ekledi. İlyasoğlu daha sonra, 1972 yılında Belçika’da Sigiswald Kuijken ve onun tarafından kurulan "La Petite Bande" hakkında özet bilgi verdi:


Harmonia Mundi adlı plak şirketi, Lully’nin “Kibarlık Budalası” başlıklı yapıtının Gustav Leonhardt yönetimindeki kaydını yapmak için böyle bir topluluğun kurulmasını önermiş. Böylece bu topluluğa Lully’nin 14.Louis’nin sarayında kurduğu kendi orkestrasının özgün adı verilmiş: La Petite Bande!
Tüm üyeleri uluslararası alanda erken müzik uzmanı olarak ün yapmış kişilerden oluşuyor. La Petite Bande sürekli bir topluluk olarak kurulmamış olsa da CD kaydındaki başarısından sonra düzenli konserler veren bir aile haline gelmiş. Özellikle Fransız müziğinde odaklanan dağarcığı giderek İtalyan ustaları, ardından Bach, Handel, Gluck, Haydn ve Mozart gibi bestecileri de
kapsamaya başlamış.

Orkestranın iki kurucusu olan Gustav Leonhardt ve Sigiswald Kuijken halen topluluğu dönüşümlü olarak yönetmekteler. Sigiswald Kuijken sürekli birinci kemancılığını üstlenmiş durumda. La Petite Bande çalgı müziği kadar ses müziği kayıtları da yapmış; Barok ve Klasik dönem opera ve oratoryalarından örnekler vermiş. Bunlardan bazıları, Rameau, Handel ve Haydn’ın operaları. Harmonia Mundi, Denon ve Eccent plak şirketlerine yaptığı kayıtlar arasında şu yapıtlar bulunmakta: J.S.Bach’ın Keman Konçertoları, Orkestra Süitleri, Brandenburg Konçertoları, Si minor Missası, Magnificat ve the Aziz John ve Aziz Mata Pasyonları; Haydn’’ın Yaratılış ve Mevsimler oratoryoları ile 20 kadar senfonisi; Gluck’’un Orfeo operası; Mozart’ın Requemi, Keman Konçertoları ve Cosi fan tutte, Don Giovanni ve Figaronun Düğünü gibi operalarının canlı kayıtları.

Topluluk, Avrupa, Avusturalya, Japonya, Çin ve Güney Amerikada pek çok uluslararası festivale ve konser dizilerine katılmış. J.S.Bach’ın 250 ölüm yıldönümü nedeniyle 2000 yılı içinde Brandenburg Konçertoları, Si minör Missa ve kantatlardan oluşan programlar düzenlemiş.

Sigiswald Kuijken, 1944’de Brüksel yakınlarında dünyaya gelmiş, Bruj ve Brüksel konservatuvarlarında keman eğitimi almış. 1964’de Maurice Raskin’in sınıfından mezun olmuş. Erken dönemlerin müziğini çok küçük yaşta erkek kardeşi Wieland ile tanımaya başlayan sanatçı, böylece 1969’dan itibaren kemanı daha otantik çalmaya başlamış. (Bu yorum tarzında çalgı çenenin altında değil omuzda özgürce tutulmakta.) Bu çalış tarzı 1970’lerden sonra birçok keman yorumcusunu da etkilemiş ve keman dağarcığında çok önemli değişikliklere yol açmış.
Sigiswald Kuijken 1964-1972 arasında Brüksel’de yerleşik Alarius topluluğunun bir üyesi olarak Avrupa ve Amerika’da konserler vermiş. Daha sonra Barok müziğin uzmanlarıyla birlikte bireysel oda müziği projeleri yürütmüş. Örneğin kardeşleri Wieland, Barthold, Gustav Leonhardt, Robert Kohnen, Anner Bylsma, Frans Brüggen ve Rene Jacobs bu uzmanlardan birkaçı.
1972’de La Petite Bande adlı Barok orkestrasını kurmuş. Bu toplulukla o tarihten bu yana Avrupa, Avustralya, Güney Amerika, Çin ve Japonya’da sayısız konserler vermiş. Yine bu toplulukla Harmonia Mundi, Scon, Accent ve Denon gibi plak şirketleri için CD’ler yapmış 1986’da François Fernandez, Marleen Thiers ve Wieland Kuijken ile birlikte Kuijken Yaylı Çalgılar Dörtlüsü’nü kurmuş. Topluluk, aralarına birinci kemancı olarak katılan Ryo Terakado ile kentet haline dönüşmekte. Böylece Haydn ve Mozart’ın Klasik kuvartet ve kentetlerini de Denon için CD yapmışlar.
1971-1996 arasında La Haye’deki Koninklijk Conservatorium’da Barok keman hocalığı yapan sanatçı, 1993’den beri Brüksel’deki Koninklijk Muziekconservatorium’un da öğretim üyesi. Uzun yıllar değişik öğretim kurumlarından konuk hoca sıfatıyla çağrılar almış, Londra’daki Kraliyet Müzik Koieji’nde, Salamanca Üniversitesi’nde ve Siena’daki Accademia Chigiana’da dersler vermiş.

Daha sonra söz alan Sigiswald Kuijken'in konuşmasından anekdotlar:

-Ben her ne kadar bir müzisyensem de, aynı zamanda bir araştırmacıyım. Yıllardır, saatlerimin çoğunu kütüphanede geçiriyorum. Bu araştırmaların birinde Bach'ın ilk el yazmalarını bulduğumuzda inanılmaz heyecan duymuştuk...

-Uzun zaman Bach'ın müzikte bir "başlangıç" noktası olduğu kabul edilmiştir. Oysa, Bach, bizce bir sonuç, bir bitiş çizgisidir. Ondan sonra belki bir Mozart çıkmıştır. Ama, buna karşılık, Bach öncesi müzisyenler ve Bach'ı hazırlayan dönem bizce daha çok incelenmelidir. Biz de bunu yaptık.

-Hiçbir yorumcu, Bach'ı kullanarak kendini tatmin etmemelidir. Bach'ı Çaykovski tekniği ile çalarsanız, o Bach olmaktan çıkar. Oysa bizim egomuz önemli değildir, önemli olan Bach'tır. Bu nedenle biz ona mümkün olduğu kadar yaklaşmak istiyoruz. Onun eserlerinin yaratılış anına yaklaşmak istiyoruz.

-Bach'ı yepyeni yorumlarla çalmak mümkün elbette, ama bu tıpkı Mona Lisa'yı ekrandan izlemeye benziyor. Önemli olan o müziğin yaratılışındaki kıvılcımı yakalamaktır...

-Teknolojik gelişme ve sanat... Sanat değişir, gelişim göstermez.. Teknik, teknoloji gelişir, ilerler. Nitekim, Bach'ın döneminde yükses ses kapasiteli teknolojisi ile örneğin Steinway piyanoları yoktu. Ama Bach'ın düş gücü o kadar geniş ve çağını aşan bir yetenek idi ki, sanki bestelerini bugünkü piyanoları düşünerek yapmış gibi. Oysa, varolmayan bir enstrüman için kimse beste yapamaz. Şimdi ben sorsam, "-Future-phone' için bir beste yapın" diye. Kim yapar? Yok ki böyle bir enstrüman daha!

Kuijken, "-Bach dinsel bir besteci sayılır mı?" sorusu üzerine, Bach'ın dinine çok bağlı biri olmakla beraber, bu bağlılığın bir "rahip" düzeyinde olmadığını, nitekim 20 küsur çocuğu olan Bach'ın evrensel bir besteci olduğunu belirtti.

* * * * * * * * * * * * * * *
Elim değmişken, "La Petite Band"ın da aralarında olduğu, o 2000 yılındaki "Bach İstanbul'da" dizi konserleri vesilesiyle Aya İrini'de yapılan bir toplantının notlarını "Web'de Kültür Sanat"ın sevgili aboneleri ve ziyaretçileri ile paylaşayım:


II. AYA İRİNİ BACH GÜNLERİ

18 Eylül 2000, Pazartesi-
Açık Oturum: "BACH ÜSTÜNE DOĞAÇLAMALAR"


EVİN İLYASOĞLU (Oturum başkanı)
DOĞAN HIZLAN
ENİS BATUR
BALKAN NACİ İSLİMYELİ
AYDIN ESEN


AÇIK OTURUM KONUŞMALARI

EVİN İLYASOĞLU (Oturum başkanı)

...Johann Sebastian Bach. 1685’de doğmuş 1750’de ölmüş. Ölümüyle Barok çağ kapanmış, Klasik çağ açılmış. Oysa Bach hiçbir zaman kendi çağı içinde zaptedilememiş. Aradan yüzyıllar geçmiş ve hâlâ günümüze ışık tutan yüzüyle gündemimizde yer almakta.
Uzaya gönderilen "insanlıktan örnekler taşıyıcı kapsül"ünde Bach’ın müziği var. Bu kapsül bundan yüz yıl sonra uzaydan yayın yapmaya başladığında, güneş sistemindeki veya dışındaki gezegenler de Bach’ı dinleyecekler. Bugün Bach’tan bu yana bestelenen tüm müzik yapıtları yitip gitse bile, biz Bach’ın müziğinde, bugüne dek neler bestelenmiş olabileceğine dair ipuçları bulabiliriz.
Hemen her yorumcu sabah uyanınca Bach çalar, çünkü onun havası suyu, gıdası Bach’tır.
Bach’ın çağında Newton gibi bir bilim adamı yerçekimini kanıtlamış, Amerika’da Bağımsızlık Bildirgesi'ni oluşturan koşullar olgunlaşmış; Osmanlılar Viyana kapılarına dayanmış... Bach’ı bunlar ne denli ilgilendirmiştir ki! O her hafta Leipzg’deki Aziz Thomas Kilisesi'nde, kentteki güncel olaylara göre bir kantat bestelemekle yükümlüdür.

Bach kendi çağında bir yenilikçi değildir. O güne dek olup biteni bir yerlere yerleştirmiş, derleyip toparlamıştır. Bir araştırmacıdır. Kendinden öncekileri ve çağdaşlarını araştırmış, bir dolu nota kopyalayarak kendi kendine pekçok şey öğretmiştir.

İletişim araçlarının olmadığı bir dönemde, Almanya sınırlarının dışına hiç adım atmamış, 20 çocuğu ile birlikte dükalıklarda, prensliklerde ve Luter'ci Kilisenin merkezlerinde yaşam savaşı vermiştir. Öldüğü zaman usta bir orgcu, iyi bir org uzmanı ve kentin dinsel müziğinin hizmetlisi olarak tanınırmış.
Ölümünden neredeyse yüzyıla yakın bir zaman dilimi içinde yeniden keşfedilince onun yapıtlarındaki derinlik de gündeme gelmiştir. Bach’ın müziği, saf müziktir. Yalındır, oysa en karmaşık dokuyu içerebilir. Tekdüze görünebilir oysa yoğun devinimi barındırır.

EVET; Biz bugün burada bütün çağların bestecisi Bach’tan çok, bütün sanat alanlarına da ışık tutmuş Bach’tan sözedeceğiz. Bach’ı kendi sanat disiplininin, müzik sanatının dışında konuşacağız. İşte bu nedenle konuklarımız doğrudan klasik müzik alanından seçilmedi.

Bach’ı müzikçi Bach dışında konuşacağız. Yapısının diğer sanat dallarına etkisini, müziksel bütünlüğünün oluşturdduğu esin kaynaklarını irdeleyeceğiz.
Bach üstüne bir doğaçlama olarak bakabiliriz bugünkü panelimize. Belki de Bach’ın ışığında bir kanatlanıp uçma, diyebiliriz...

İlk sözü sayın Doğan Hızlan’a vermek istiyorum. Efendim, Bach müziğinin çok ayrıcalıklı bir dinleyicisi olduğunuzu biliyorum. Bazan öyle CD’lerden söz edersiniz ki yazılarınızda, ben bir müzikçi olarak kıskanırım. Sizi Bach hangi ülkelere götürür?

DOĞAN HIZLAN

Beş-altı gündür Bach üzerine çıkan kitapları okudum. Acaba müziğin dışında nerelere taşmıştır diye. Ve zaman zaman da o yüzyılda Türkiye’deki müzikçileri, bestecileri düşündüm. Onların neden bir kiliseye kantat yapan bir bestecisinin, çağın bütün düşünce hayatıyla, alışkanlıklarıyla bağlantı kurulan birer çalışma yapılması mümkünken, bizde neden böyle bir genişleme yoktur? Yo Yo Ma’nın Bach Çello Süitleri ve ondan esinlenerek yapılmış bir filmi var. Gerçekten Bach’ı ben nasıl algılıyorum, ben neden Bach’ı seviyorum. Ben onun eser yazdığı üç enstrümanı çok sevdiğim için belki ona bağlanıyorum: Biri lut, biri çello, biri de klavsen (harpsichord). Ben her sabah, sanki beni arıtıyormuş, içimi yıkıyormuş gibi klavsen dinlerim çalışma odamda.
Bach’ın sadece müziğini düşünüyoruz. Bach’ın yalnız Barok döneminde yaptıklarını öğreniyoruz. Ama Barok döneminde müziğin diğer alanlara da taştığını okuyunca insan, Türkiye’deki bestecilerle de mukayese ediyor tabii. Bach’ın eserini değişik dönemlerde insanlar nasıl dinlerlerdi acaba?
Bende Cassals’ın Güney Amerika’ya göç ettiği zaman doldurduğu çello süitleri vardır. Bunları ilk dinlediğimde çok farklı gelmişti. Kapağını Picasso yapmış. Çok eski bir icra. Sonradan bir müzikçi arkadaşım dedi ki: Bu İspanya iç savaşında çektiği acıları, dertleri, sıkıntıları da Bach yorumuna eklemiş. Sonra düşünüyorsunuz ki, bizde bir müzikçinin herhangi bir mimari ile bir düşünce hareketi ile bağlantısı yok.
Bach’a ve Barok mimarisine bakarken "bu binalar, bu mimari donmuş bir müziktir" diyor.
Bach, her ayine bir beste yetiştirecektir. Hergün belli bir saatte yazı yazmakla yükümlü olduğumda kendimi Bach gibi görüyorum. Bir de hayatın içinde olan bir besteci. Posta müdürünün karısının ölümüne veya bir prensin doğum gününe de beste yapıyor. Kilise dışında da, "lâ dini" beste yapıyor.

..."Update" edilmesi, bugüne getirilmesi de beni ilgilendiriyor. Birkaç araştırmacı Bach ile düşünce hareketlerini irdelemiş. Aydınlanma Çağı ona göre, birtakım düşünce unsurlarının istiflenmesidir. Yenilikler değildir önemli olan. Tıpkı Bach’ın yaptığı gibi. Drefyus ise başka bir şey söylüyor: "O Spinoza gibi, doğrudan doğruya yaptığı müzik rasyonalist, akılcı müziktir." diyor. Bir bestecinin bu kadar çok yorumlanması onun düşünce dünyasına itiyor. Aynı yüzyılın biraz ötesinde bizdeki müzikçilere baktım. Tabii başka alanlarda mukayeseleri var. Schweitzer müzik ve şiir üstüne bir deneme yapmış. Ona göre müzik de öne geçiyor zaman zaman ama herşey şiir, bir de resim. Bach’ın eserlerinden acaba gözümüzde bir şiir mi yaratabiliriz, yoksa bir tablo mu? Ona göre Beethoven, Bach birer ressam mıdır? Buna karşılık mesela Wagner de bir şairdir. Michelangelo da bir şairdir Schweitzer’e göre.
Gabo müziği ile geleneksel Bach birarada dinlenebildi, yakınlarda yapıldı. Öyle müzikçiler var ki, onu günümüzde başka yerlere taşıdığımızda da aynı zevki alabiliyoruz. Beni rahatsız etmedi. Pekineller’in yaptığı yeni Bach plağı gibi.
Bugüne getirilmiş tadlar veriyor ama ondan sonrası doğrusu bana şaşırtıcı geliyor.
Bunların içinde dinlediğim Bach’larda benim tabii ki en sevdiğim icra: Cassals, o Güney Amerikada doldurulmuş olanı. Leopold Stokowski 1927’lerde orkestrasyonunu yapmış. Şöyle bir deyim kullanıyor: Bu orkestrasyonu yaparken ben bir eserin org için aranjmanı nasıl yapılıyorsa, o yöntemi çarpıtmamaya çalıştım.
Bach’ın bütün bu yansımaları benim için bir durgunluk, dinginlik sağlar. Bir Bach’ın müziği ne yazık ki bizim Türkiye’deki yazar ve şairlerde pek kimseye yansımamış. Enis Batur’a Bach’ın müziği yansımış. Bir parça da Türk müziği Atilla İlhan’a.
Müziğin ardında keşfedilen şiir. Mesela ben bir opera kitabında bunu okuyorum. Müziğin matematiğinin bütünlüğü var Bach’da. Ne yazik ki kendi müziğimizde böyle bir etkileşim yok. Sanat bütüncül bir etki aracı değil bizde. Hammamizade en güzel ilahileri, Mevlevi ayinleri’ni yazmış. Ama bunlar hangi düşünce hareketine göre? Ancak ve ancak bir Mevlevi düşüncesinin onu etkilemesi, izdüşümü, kendi çileden ötürü etki alanını yazmış. Bach’ın kilise dünyasındaki etkilenmesine benziyor ama onun gibi arkasında bir mimari, mimarinin arkasında başka bir alan yok.
Luter döneminin (Eisenach'lı Luter) olarak anılan, Alman çıkışlı bestecisi Bach. Bölgenin müziği var, milliyetçilik var. Orada çıkış bir Alman müziğidir.
Sonra da dünyanın müziğidir bu.
Sanatçının sanatçıya destek olması çok önemli bir konu bence. Eğer yüzyıl sonra Mendelssohn Bach’ın notalarını bulup tanıtmasaydı bugün biz onu ne kadar biliyorduk? Şimdi Enis’in, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı yeniden yayınlamasıyla, “Huzur” gündeme geliyor. Sanatçı sanatçının desteği olmalı.

İLYASOĞLU: Aslında "Sabah uyanınca Bach dinlerim" cümlesi bütün müzikçilerin solganı gibidir. Kutsal bir kitap gibi onu okuması gerekir. Bir oksijen, soluk alıp vermedir. Bach dinleyerek güne başlayan yorumcu da kendini daha sağlam hisseder. Sayın Doğan Hızlan da Bach ile güne sağlam başladığını belirtiyor. Şimdi yine bir edebiyatçı ile devam edelim ve Enis Batur’a söz verelim. Bildiğim kadarıyla bir roman yazmakta şu sıralarda. Adı da "Füg Sanatı". Evet, nasıl bir kanatlanıp uçmaktır Bach’dan etkilenmek?

ENİS BATUR

Yazmakta olsam yine iyi. Yazdım. "Füg Sanatı" adlı bir roman denemesi. Özgürce bir kitap yazdım ve hangi türe girdiğini gerçekten bilmiyordum. "Roman Denemesi" dedim alt başlıkta. En çok romana yakın. Bir süre sonra insan sokulmak istediği edebiyat kalıplarından sıkılmaya başlıyor. Ben de özgürce bir kitap yazdım.
Bir yorumcunun yaklaşımından yola çıkmak istiyorum: “Bach’ı anlamak için bilgin ya da bilge olmak gerekir. Bach’ı çalmak için usta ya da uzman olmak gerekir. Sevmek için ise dinlemek yeter” diyor. Dolayısıyla birinci ve ikinci kategoride yer almayan insanların üçüncü kategoride rahatladıklarını söyleyebiliriz. Üçüncü katagoriye girmek bir özellik ve özgürlük. Bir başka özgürlük daha var, dinlemek kadar masum olmayan bir özgürlük, Bach’tan yola çıkıp bir şeyler yapmamızı kısıtlayan kurallar, yasalar yok, bereket. Yerimizi şaşırmıyorsak! Yani kendimizi bilge-bilgin, usta-uzman kategorisine sokmuyorsak, doğru bir yerde durabiliyorsak Bach için başka şeyler de yapabiliriz. Örneğin bir ressam Bach’tan esinlenerek bir resim yapabilir, bir yazar Bach’ın bir yapıtından esinlenerek çalışmalar yapabilir. Bu konuda özgürlüklerimiz var.

Çevremde yalnızca edebiyat dünyasının insanları yok. Edebiyatla doğrudan ilgisi olmayan sosyal bilimci, sanat tarihçisi arkadaşlarım da var. Onlar genellikle edebiyatla ilgili işlere bakarken biraz şüphe duyuyorlar, görüyorum. İçtenlikle bazı serzenişlerde bulunuyorlar. Diyelim ki bir sanat tarihçisi bir edebiyat adamının, şirine, romanına ya da denemesine musikiyi alet etmesine
kızabiliyorlar.

"Hangi bilgi, hangi, ölçüler, hangi birikimle bu işe kalktınız?" denince, işte bu özgürlüklere sığınarak cevap veriyorum. Türler bazında bakacak olursak, şiirle musikinin yolları bir noktadan başlayarak hafifçe ayrılmıştır. İkisinin içiçe olduğu, birbirine eşlik ettiği dönemler yaşandı. Yolları bir miktar ayrılsa da birbirlerini görerek ilerlemişler. Bir noktadan sonra yeniden birbirlerine yaklaşmışlar. Bir edebiyat adamının musiki ile ilişkileri birkaç düzlemde toplanabiliyor gibi geliyor. Çeşitli örnekler not ettim. Sonnet, Ninni, şarkı, türkü.
Alt türleri seçtiği zaman bize bir sinyalde bulunuyor: Musiki ağırlıklı bir şiirle karşı karşıyasınız. Yani ezginin ön plana çıkacağı, ezginin belki motor görevini gördüğü, diğer öğeleri, etmenleri biraz daha kıyıya ittiği, örneğin anlam dokusunun, musiki kaygılarına göre biraz daha geride kaldığı, bir formu yeğlediğini gösteriyor. 20.yüzyılın şiir çıkışlarının arasında, doğrudan doğruya musikinin ağır bastığı şiir bütünlükleri vardır. Örneğin: Rilke’nin sonnetleri seçilmiş bir biçimdir. Rilke, Requiemler'le musikiye yapısal göndermeler yapar. Musiki kaygısının, ezgi kaygısının musiki bağlantılı olarak öne çıktığı örnekler bunlar.

Musiki kaygısının doğrudan öne çıkmadığı örnekler de vardır. Dilin ezgisine sığınmayı tercih eden, bir yan kolun, yan sanatın olanaklarını kullanmaktansa, dilin kendi olanaklarından yararlanan şairler de olmuştur.

Bir de musikiyi doğrudan doğruya konu eden şiirler vardır. Elimde bir Antoloji var: U.S.Aiforce’un İzmir’deki kütüphanesinden yola çıkmış benim kütüphaneme gelmiş. Farklı başlıklar altında, örneğin müzik araçları üstüne, gitar, org üstüne. Amaç musiki araçları üstüne yazılmış şiirler. Kötü de olsa kullanılmış. Şarkı-ezgi-insan sesi-besteci üstüne (Auden’in olağan üstü şiiri) dans musiki ilişkileri, Shakespeare’den parçalar. Dolayısıyla yapılmış musikinin konu edildiği konudan sözedebiliriz.

Bir de doğrudan doğruya besteci talep ettiği için onun için çalışan şairler vardır. Ya da ikisi çok iyi anlaştıkları için. Özellikle şair denizaltındadır bu durumda. Kendisi de biliyordur. Örneğin Eric Satie ile A.Cortot’nun çalışması gibi. Bizde de Bilge Karasu’nun, Tarık Günersel’in libretto çalışmaları gibi. Böyle bir koridor olduğunu biliyorum.

Daha karmaşık bir alan, şiire göre, musiki –roman ilişkisinde göze çarpıyor. Thomas Mann’ın romanı Dr. Faust. Olgunluk döneminin yapıtlarından. Schönberg biraz sinirlenip mahkemeye vermeye kalkışmış. Çünkü Andrea Levercour’u 12-ton’un bulucusu olarak öne çıkartmış Mann! Polemiklere bulaşmış bir roman. Önemli olan Mann’ın burada musiki parametrelerini değiştirecek olan yenilikçi bir besteciyi, bütün roman örgüsünü oturtması.

Bir başka musiki ağırlıklı önemli roman, Herman Hesse’nin Boncuk Oyunu. İkinci dünya savaşının yıkımları ardından yazılmış. Bütün değer sistemleri çökmüş.İnsana ulaşmanın, terbiyenin, eğitimin, insan olmanın yolu olarak bunu seçmiş. Bunlar musikiden geçer.

Pascal Pienan'ın romanı... İki çalgıcı arasında gidip gelen o kısa-yoğun-acıklı bir roman. Bir Alman yazarın "Handel’in Kafası" diye kısa bir romanı var. Müzik üstüne peş peşe romanlar yazmış. Müzikolog bilgisi ile kotarılmış bir roman. Romancının bilgili bir konumdan hareket ettiği bir roman. Bir de Thomas Bernard hemen aklıma geliyor. Son kahramanı da Glenn Gould idi. Kendisi de piyano eğitimi gördüğü için o öfkeli gözüyle, G.G’un özgün yorumlarını bir de yazar gözüyle dünyaya nakledişi. Dolayısıyla musiki roman çerçevesinde uzatılacak bir liste var; kendine özgü geniş bir damar bu.

Bir de edebiyatçıların "hadlerini bilerek", bunun altını çiziyorum, bir müzikolog ya da sanat tarihçisi bilgisine sahip olmadıklarını bile bile yazdıkları kimi yapıtlar ya da besteciler üstüne yazdıkları denemeler var. Hemen aklıma gelen Michael Pitour’un Beethoven’in 33 Diabelli Çeşitlemesi üstüne Pitour’un 33 çeşitlemesinden oluşan frapan, kaçık bir deneme kitabı. Bir de Stravinsky üstüne kurduğu, harfler ve notalar arasında oldukça sarhoş bir çalışması.

Bir de bestecilerin edebiyatla ilişkileri var. Nasıl birileri "edebiyatçılar müzik bilmiyorlar, uzmanı değiller" diye yadırganırsa, öbür taraf için de aynı şey söylenebilir: Schubert’in Goethe, Usmanbaş’ın ya da Boulez’in Mallarme’nin Debussy’nin Edgar Allan Poe, Britten’in Melville’in Billy Bud’ı; Kurt Tag’ın Kafka yorumları. Bestecilerin edebiyatla uğraşmaları ve oradan çıkış noktaları bulmaları iki taraf arasında koyu bir muhabbetin ilerlediğinin göstergesidir.. Edebiyatçıların musikiye, musikişinasın edebiyata bakışının şöyle bir ortak, içiçe geçen bir halka oluşturduğunu, bu içiçe halkanın da, birbirinden kopmaz ayrılmaz bir bütün olduğunu söyleyebiliriz.

Bir kitap yazıldığında elinize şöyle bir şey geliyor. Bir blok bunun içine girmiştir. (O sırada bir kitap gösteriyor!)

Bu kitap dediğimiz şey, bir sorunun ille de çözümü değildir, bir sorunun kendisi de olabilir. Ben söz konusu kitabımı bir sorun olarak içimde çok uzun süre taşıdım. Bu sornunun çözümü beklemediğim bir şekilde Bach’dan çıktı. Bach dinlediğim için değil, başka bir besteciden de çıkabilirdi. Bach’ın kendi yapıtlarını bir müzikologun deyimiyle bir cebir denklemi gibi kuruyor olması, beni gençlik yıllarıma götürdü. 14-15 yaşlarımdayken cebir derslerimde, bir çeşit sarhoş gibi cebir denkleminin içine kendimi salıverdiğim dönem. Derdimin çözmek olmadığı, devamlı önüme problem yığılması gerektiği. Çözülür çözülmez bir yenisi gelsin. Kendimi kaybetme şeyi. Bütün bunlar yanyana dizildi. Kafamın içinde oldukça hızlı dönen, sayısını tespit edemediğim harfler. Bunların arasında bir içiçe okuma durumu gelişti. Sonuçta Bach’ın "Füg Sanatı" adlı yapıtı, 250 yıl boyunca çözülemeyen sorununun aslında hâlâ sürüyor olduğunu gösteriyor. Bizim sonsuz bir potansiyel ile durmadan büyük musiki yapıtlarını hâlâ dinlememiz, önemli tabloların karşısında kalmaya devam etmemiz, çağdan çağa eski yapıtları durmadan yeniden keşfedip onlarla ilişkiye girmemizin sırrı da burada yatıyor. Bir yapıtın o sonsuz kapasiteli büyüsü ile aslında kapalı bir dünya olduğunu, bir biçimde bitmiş olduğunu kabul etmek zorundayız. Çünkü önümüzde bir blok halinde duruyor ve her seferinde bir yorumcu onun bitmiş halini başka türlü bir biçimde okumaya çalışıyor. Bir yazılı yapıt nasıl üretilir. Benim kaygım oydu. Ben de Bach’ın o yapıtından konuşa konuşa ilerlemeye çalıştım. Füg kavramına yüklediği tanımı da çok beğendiğim için şu anlayışla yaklaştım: Aynı anda konuşan dört kişinin söylediklerinin bir bütün olarak, bir örgü olarak ortaya çıkartılması, bir dağınıklık değil, sağırlar diyaloğu değil. Çıkış noktam da buydu.

İLYASOĞLU: Sayın Balkan Naci İslimyeli, Bach bir ressamın alanlarına nasıl girer? Tarih boyu resim sanatında Bach yapısının yansıdığı örneklerden söz edebilir miyiz?

BALKAN NACİ İSLİMYELİ

2000 yılının dokuzuncu ayında Bach konuşuyoruz. Önümüzdeki bin yıl sonunda da insanlık Bach konuşmaya devam edecek. Peki Bach’ı bu kadar zamanlar üstü tutan özellik nedir? Bence Bach’ın bütün zamanlara olağan üstü değer vermesi. Onu dünden bugüne taşıyan en büyük nedenlerden bir tanesi. Bach bir çağ sonu sanatçısı. Geç Barok. Bütün çağ sonu sanatçılarında gördüğümüz, çağın bütün sarsıntılarının yatıştığı. Çağın bütün kıyımlarının, serüvenlerinin, bir tortu gibi acının içine çöktüğü, geniş bir karamsarlığın sanatçısı, toparlayıcısı olduğu kadar. Radikal bir yenileyici değil ama bütün eski değerleri tek tek kuyumcu işçiliği ile duygulu yaratıcı.
.....
Hem kul hem birey. Hem gelenekçi hem geleneği yıkan bir adam. Hem akılcı hem duygucu. Verici ve bu nedenle hep kazanan belki.

Biliyoruz ki onun döneminde yapıtlarının değeri çok iyi anlaşılmış değil ama o bütün bunlara aldırdmadan, bir mümin inancıyla, bir ağır işçi olarak gönül vermeye devam etmiş. Neredeyse bölgesinden dışarı çıkmamış, dünyayı görmüş değil, ama bütün büyük sanatçılar gibi dünyayı tanrısal bir üst bakışla kavrama yeteneği ile bulunduğu noktada başarabilen biri. Bu nedenle ben size Bach’ın, bu büyüklükteki bir alanın, merkezin, dalga dalga bütün alanları etkilemesini çok doğal sayarak, ancak resimli bir Bach denemesi sunmak istiyorum.

Önce resim-müzik ilişkilerine kısaca değinmeliyim. Belki de bu iki sanatın soyutlamacı nitelikleri onları birleştiren en önemli unsur. Leonardo’nın çok güzel bir sözü var: "Felsefeyi ve doğayı sevmeyen resim sanatını da sevmez" der. Yani imgeleri ve onların ruhunu kavramak anlamına geliyor. Aynı şeyi müzik için de söyleyebiliriz. İki sanat da alan yaratan ve alana yayılabilen yeteneğe sahiptirler. Resim imge yoluyla düşünmeye, müzik ses yoluyla düşünmeye davet eder ve birleştikleri alan belki de felsefedir. İkisinin de resmin müzik kadar yoğun olduğu bir ülkeden çıkması ilginçtir. İkisi de içiçe verimlerini çoğaltarak İtalyadaki büyük Rönesans değerlerini oluşturmuşlardır.

Barok, Portekizce bozuk-inci, şekilsiz inci anlamına geliyor. Aşırı üslubunu, aşırı dramatizasyonunu, parçacılık, teşhircilik, bir anlamda yermek ve küçültmek için kullanılmış olabilir ama bozuk da olsa, çizgi dışı da olsa bir “inci”. Barok eğilimler Rönesansın mükemmeliyetçi, akılcı durgunluğunu yavaş yavaş bireyin iç enerjisiyle alt edilmeye başladığı yüzyıl sonuna rastlar.

Michelangelo'da bu iç enerjiyi görebiliriz. Devinimler, mahşeri bir kıpırtı, cıvıltı, tansiyon. Bireyi tek olarak değil, yazgısal bir örgü içinde, bir cehennemi alana sürükleyen Chapel’ini düşünün Vatikan’daki. Bir Barok ifade Michalengelo ile başlıyor. Tintoretto’da aynı etkiyi görebiliriz. Rönesans sonunun bu iki büyük sanatçısında. Ama Bach’ı etkileyen sanatçı aslında bir önceki yüzyıla ait sanatçı: Leonardo da Vinci. Bach, bir Barok sanatçı olmasına karşılık, Barok’un aşırılıklarından, karşıtlıklarından, aşırı süsünden, detaycılığından ayrılmış ama bu işçiliği sade bir örgü haline dönüştürebilmiş bir müzisyen. Bu alanda üslubu duruluğu, yalınlığı ve mükemmelliyetçiliği açısından Leonardo ile çok daha yakın ilişkisi olduğu düşünülebilir.

Benim Bach’a yakıştırdığım bir ressam da Zurbaran’dır. Zurbaran, keşişlerin sade, içedönük, acılı, adanmış yaşamlarını anlatan, bunu çok hassas bir ayrıntı işçciliği ile yüzeye taşıyabilen bir ressam. Bach’ın resmi ile neredeyse örtüşen bir ifadesi var.

Bunun dışında bir de George de la Tour’un mistik derinliği, alan içinde yarattığı katmanlar, monokrom renk derinliği (teksesin zenginliği gibi).

Sonuncu ressam da bence Vermeer’in kapalı interior’ları içinde, yalnız ve hayatı yarı aralık pencerelerden görmeye çalışan kadın portrelerindeki hüzünle Bach’ın müziği arasındaki büyük paralellik. Bunları Bach’a yaklaştıran plastik ölçü bence ışık, mistik ışık. Eşyaları kuşatan, derinleştiren, ayrıntılarını parlatan, can alıcı noktalarına dokunup geçen, seçmeci bir ışık anlayışı, Bach’ın müzik atmosferindeki müziği kavrayışında aynı seçkinlik ve işçilik izlenebiliyor.

Şimdi Bach’ı resimsel olarak tanımlama denemesine girmek istiyorum...

Örneğin Bach kompozisyon olarak, görsel bir kompozisyon şeması olarak nedir? Bence Gotik ve Rönesans’ın dikey ses anlayışına karşıt olarak oluşturduğu dünyaya ve yaşama yayılan yatay kesitler ve bunlardan oluşan sembolik, mistik anlam, yani bence bir haç kompozisyonu. Hem bir verim ustası, hem bir Hristiyan olarak kalıcı tek özelliği bu "kross"ta sembolleştiğini söyleyebiliriz. Bu açıdan Bach’ın bütün eserlerini ben dini eser olarak yorumluyorum. Müthiş bir vecd hali, müthiş bir inanmışlık ve adanmışlık, müthiş bir iç alan yaratma yeteneği.

Espas olarak baktığımızda, yine bir resimsel değer olarak, gotik ile rönesansta boşlukta asılı duran seslerin Bach’ın müziğinde boşlukla elele vererek, birleşerek anlamlı cümleler halinde yer düzlemine yayıldığını ve kendi alanlarını, kendi mimarilerini yarattığını söyleyebiliriz. Dağınık ve ruhani seslerin, Bach’ın müziğinde anlamlı cümleler halinde yukardan aşağıya süzülüp bir alan oluşturduklarından sözetmek mümkün.


Bach’ın mimari anlatımı, sesleri ana kitleyi inkar etmeden, onun yüzeyini bir eldiven gibi saran, bir gözenek ayrıntıcılığı içinde, ana kitleyi bir tekstür gibi saran organik alanlar. Ana parçayı, parçalar redetmez, ona karşı gelmez, mücadele etmez. Barok müziğindeki karşıtlıkların bir gerilim alanı yaratmaktan çok bir huzur alanı oluşturduğunu görüyoruz.

Renk olarak baktığımızda Bach’ın renk dünyasını tevekkül halinde mistik bir gri içine yerleşmiş binlerce renk parıltısından oluşan bir dünya olarak tanımlayabiliriz.

Kontrast konusunda bütün parçayla savaşmaz. Parçalar bir Doğu mistisizminin, bütüne aşkı ile bütünleşmek enerjisi içinde hareket ettiğini görürüz.

Bence tekstürel anlamda da, parça bütün ilişkisinde de Doğulu bir mistik bir tavrı olduğundan söz etmek mümkün. Ayrıntıcı ve parçalayıcı Barok ifadenin dışında bütünü kuşatan incelikli bir doku işçiliği olduğu söylenebilir.

Bach için bir fresko ressamı demek de zor değil. Yatay bir düzlemdeki ifadesi pastel renkli bir anlatımdır ve insanın benliğini, tanrı ile ilişkisini kavrama süreci içersinde bu yolu belirleyen bir yatay arayış sistemi gibi tecelli eden müzik şeması.

Bach’ın bir ayna, bütün zamanları emen, içinde sürdüren, sonradan geleceğe yansıtan geniş bir ayna olduğundan sözedilebilir.

Leonardo ile Bach ilişkisine değinmiştim. Italyanca'da "Sfumato" diye puslandırma anlamında bir sözcük vardır. Leonardo, açık ve koyunun, ışık ve gölgenin birbirlerine karşıt değil, tamamlayan unsurları olduğunu iddia ederdi. Belli bir işçilikle buluşturarak, biçimleri etrafında hassas puslu bir alan yartırdı. Aydınlıkla karanlığı birleştiren yönüyle iyi bir "sfumato" sanatçısı.

Pentimento (pişmanlık) ressamı. Yani sanatçı tuval üstüne çizdiği bir şeyi beğenmeyip üzerine yeniden boya çekiyor, onu da beğenmiyor, yeniden çalışıyor, yeniden kapatıyor... Fakat bu katlar zamanla yağlıboyanın şeffaflaşmasıyla yavaş yavaş alttan yüzeye doğru kendini belli etmeye başlıyor. Buna sanatçının pişman olup üstünü boyamasından hareketle "pentimento efekti" deniyor. Bach’ın müziğinde de bir pentimento efekti görüyoruz. Geçmiş zamanın bütün katları saydam bir şekilde, incelikli bir biçimde yüzeye vururlar.

Bach’ın çağına ne kadar yakışan bir sanatçı olduğunu anlatabilmek için Tarkovski’nin (Vasiyet) filmi Kurban’dan söz etmek isterim. “Kurban”da Tarkovski, Leonardo resmi ile Bach’ın müziğini yanyana kullanır. "Kralların Secdesi" tablosu Kurban’ın açılış resmidir. Oradaki bir ağaç resminin ögütten oluşur film. O ağacın sulanması ve yeşermesi üstüne. Bach hiç dokunulmadan bile, çağdaş bir yapıtın içinde aynı duyguları yaşayan, aynı duygularla birbiriyle akraba olan sanatçılar, çağdaş yapıtlara da ne ölçüde yakışabilir. Sineması adeta bir fresko içinde cereyan ederken filminin bütün ritmini, temposunu, gizemini anlatırken Bach’ın müziğinden olağanüstü bir biçimde yararlanıyor. Bach bu çağda bir sanatçıya da yüzyıllar öncesinden olağan üstü bir güçle omuz veriyor.

İLYASOĞLU: Şimdi Sayın Balkan Naci, Bach’ı çok ruhani yönüyle, mistik bir besteci olarak daha ziyade ele aldı. Tabii ki müthiş bir mürid Bach. Ama onun öylesine dünyaya bağlı yapıtları da var ki, örneğin hiç opera bestelememiş ama bazı kantatları tıpkı birer opera gibi ve o zamanda bestelenen bir takım opera denemelerinden kat kat üstün. Onların içinde kullandığı o dünyasal yaşama coşkusu, belki yine tanrısal güçten aldığı yaşama coşkusu son derece dramatik olarak dile geliyor. Örneğin "Kahve Kantatı"nda dramatik hatta "satirik" yönler var. "Düğün Kantatları"nda öylesine coşkuludur ki, dans etmek gelir içinizden.
Şimdi sözü aramızdaki en müzikçi Sayın Aydın Esen’e vereyim. Sabahleyin La Petit Bande’ın kurucusu Kuijken ile konuşuyorduk. "Bach’ı istediğiniz ortama uyarlayın ama kendi egonuzu kullanmadan, eserin yaratıldığı ana en bağlı şekliyle ortaya koymalısınız. Bach müzelik değildir, tabii uyarlanır başka ortamlara" diyordu. Siz bu durumu nasıl karşılıyorsunuz?
Siz klasik müzikten yetişmiş, sonra da akademik olarak caz eğitimi almış bir besteci ve yorumcusunuz. Dolayısı ile klasik müzikteki Bach’ı da tanıdınız, bugüne ulaşan Bach’ı da izliyorsunuz herhalde. Bach artık kendi kalıplarının dışına çıkıp çeşitli sanatçılar tarfından caz ve hafif müziğe uyarlanıyor. Sizi klasik algılamaların dışında bir yoruma davet edelim.

AYDIN ESEN

Güzel şeyler söylendi, bilmediğimiz yönler ortaya çıktı. Bilgimizi tazeliyoruz. Bach hakkında konuşmak çok büyük bir olay.

En önemlisi müzik yazmak. Ben ufak yaşlardan beri müzik yazıyorum. Bach benim için ağabeyimden babamdan daha yakın olmuş bir insan. Bach bunlardan biri, hepsi değil tabii ki. Çok net bir kişilik. Müzik açısından etrafındaki değerleri bilip bilmediği tartışılır. Iletişim açısından dünya ile çok ilgisi yok gibi, biliyoruz ama Bach ve ondan evvelkiler biliyorlardı bir eser çalındığı zaman. Bayağı dengeli başarılı işler yaptılar. İnsanların çok çok zamanını alan bir besteci. Bir mezur’ünün bile saatler alabildiği. Ben de bazen altı yıl zamanımı alan, bir buçuk saniyelik bir mezur yazıyorum.

Bach’ı çok çok dinlemek gerekir onu sevmek için.

Müzikal detaylar açısından işçilik, konseptin oturuşu ve ondan sonra gelenlerin bunu taşıyışı. Dini tarafına fazla dokunamıyacağım. Birçok değerverdiğimiz besteciler bu tarz eserler yazıp üst düzeylere geldiler. Müzik ve politika olayı o zaman da vardı. Şimdi de var. Olayların detayları. İnanmış bir kişi ama olay onunla da bitmiyor. Bach’ın yaptığı iş 250 sene gibi bir zaman geçti. Onu düşününce "olmuş mu o kadar"? diyorsunuz. Aklıma geliyor ama inanamıyor insan. O bizden hiç uzaklaşmadı. Ben her gün Bach dinleyenlerden değilim ama Bach yakınlarda bir yerlerde yaşıyor. Son 250 yıldır bir sürü tarzlar çıktı. Bach hafif müziğe ve caz’a nasıl etki etti, bilmiyorum. Ben Bach çalarak büyüdüm. Bach olsun diye Bach çalmam. O zaten hep vardır oralarda bir yerlerde. Bazı parçalarını alıp veya belirli bir yerlerini alıp kullandığımı hatırlamıyorum. Çok değerli besteciler Bach’tan sonra onu yeniden ele alıp işlediler. Stravinski’yi nasıl meşgul etti Bach! Berio, Boulez, Anton Webern... Schönberg de Berg de çok şeyler yaptı. Webern çok daha kompleks bir yazı stiline sahip. Bach’ı anlaması zor da olsa sevebiliriz. Zevk vermesi. Tınının zevk vermesi. İşin detayları özeldir. Bir besteci eserini yazarken biliyorsunuz detaylarla uğraşıyor. Müzik 250 yıl sonra.Yalnız müzik değil sanatın her üretici dalında detaylarla uğraşıyorsunuz. Bu tip konuşmaları arıyor insanlar. Paylaşmak, durumların nerelerde olduğu. Son 40-50 senedir cazın, popun çıkışı bazı müziklerin klasiğe benzeyişi, kaba tabiri ile alıntılar yapılması... derken insanlar bir sürü değişik müziklerde biraraya gelme şansını elde ettiler. Bunun ne kadarı şans, ne kadarı değil, tartışılacaktır.

Bach’ın belki direkt etkileri yoktur popta rockda veya jazz’da. Fakat "indirekt" olarak bir müzisyen bu dallarda da Bach-Mozart ve Beethoven’in varlıklarını bilebiliyor. O dalda çalışmıyorsa bile inceleyebiliyor. Ben buna çok seviniyorum. Günümüzü anlamak çok güzel ama geçmişi de unutmayalım diyoruz. Bu büyük değerler bize hep bir yerlerden sesleniyorlar. Çağımızı anlamamız gerektiğini her zaman söyledim.

Bach çalarken aynı anda diğer çağımızda yaşayan kompozitörleri kaçak olarak çalışırdık. Yasaktı ötekileri çalmak. Okullarım, hocalarım çok büyük değerlerdi ama kendine düşen görevi kendi yapıyor insan. Zamanın çoğunu Bach dinleyerek geçirmenin karşısında dururum. O kadar çok şey var ki daha dinlenecek. Bach kadar, Mozart, Beethoven kadar Cesar Franck, Stravinski, Boulez, Berlioz dinlemek de o kadar önemli.

Bazan şöyle sorularla karşılaşabiliyoruz. Çok zor sorular bunlar: “Müziğin zevk almak için mi yoksa müzik için mi olsun” diye mi yapıldığı tartışılmakta her zaman. En önemlisi sevmek bence. Bach’ın etkileri çok, gerçekten çok derin. Ve onun gibilerinin. Benim için Bach her zaman içerlerimde biryerlerde ama onun müziğini bir prodüksiyon olarak kendi müziğimle birleştirmeyi düşünmedim.

Aklıma gelenler bunlar.

İLYASOĞLU. Bütün konuşmacılara çok teşekkür ederiz.