Perşembe, Eylül 26, 2002

Cumhurbaşkanı Edirne'ye niye gitti?



Edirne Halk Egitim Merkezi


Edirne’de yapılan “Doğal ve Kültürel Mirası Geleceğe Taşıyan Güçbirliği” genel başlıklı Tarihi Kentler Birliği Toplantısı'nın açılışında, Cumhurbaşkanı Sezer, Türkiye’nin durumu ve kültür politikaları konusunda, her satırı çok önemli mesajlar yüklü bir konuşma yaptı. Edirne’den Türkiye gündemine en çok yansıtılan şey ise bu konuşma ve bu toplantıdaki önemli gelişmeler değil, Cumhurbaşkanı’nın “şartlar oluşursa Meclisi fesih yetkisini kullanabileceği” yolundaki sözleri oldu doğal olarak. Bu “doğal olarak”ın “o kadar da doğal olmayacağı”, -öyle ya, Cumhurbaşkanı kalkıp Edirne’ye niye gitmişti?- kültürün, günlük politika kadar önemseneceği günlerin yakın olması dileğiyle, konuşmadan bazı alıntılar:

" Yaklaşık bir yıl önce buluştuğumuz Kars toplantısından bu yana, Antakya, Tokat, Şanlıurfa ve Kayseri'de, sonuçlarını yakından izlediğimiz bir dizi toplantı gerçekleştirildi... Tarihi Kentler Birliği'ni, kentlerin gerçek sahipleri yurttaşlarımızın, yerel yönetimlerimizin öncülüğünde kentlerine sahip çıktıkları, demokratik bir platform olarak değerlendiriyorum... Türkiye'nin Avrupa Tarihi Kentler Birliği üyeliğine kabulünü, Avrupa Birliği ile bütünleşme sürecinde önemli bir adım olarak görüyorum... İnanıyorum ki, Türkiye özkimliğini oluşturan tarihsel ve kültürel değerlerini koruyup, bunları evrensel değerlerle bütünleştirerek Avrupa Birliği'nin üyesi olacaktır.

Kendi özdeğerlerini korumayan toplumların evrensel değerler sistemiyle bütünleşmesi beklenemez... Kendi kültürüne, tarihsel değerlerine, yaşadığı yere sahip çıkan, farklı kültürlerin düşünce ve eserlerine saygı duyan birey ve kuruluşlar, demokrasinin korunması ve geliştirilmesinin en önemli güvencesidir... Kentler, insanlık tarihinin aynasıdır... Sağlıklı ve kişilikli bireyler ancak kültür ve çevre değerlerinin korunduğu kentlerde yetişebilirler. Geçmişi, bugünü ve geleceği kucaklayan kentlerin çağdaş kimliği, bireyin kişiliğinin oluşmasında önemli rol oynar... Kentlerimizin tarihsel dokusunun ve kültür birikiminin korunmasının önemine dikkat çekerken, bunu, doğal çevrenin korunmasından bağımsız düşünemeyeceğimizi de belirtmek isterim... Kentlerin edilgen kimliksiz bireyleri olmak yerine, kent politikalarına katılan, kentin kimliğini koruyan etkin yurttaşlar olarak geleceğe yön vermeliyiz. Bu konuda yerel yönetimlere önemli görevler düşmektedir...

Kentleşme, kentlileşme olgusunu da içeren bir süreçtir. Projelerin ve planların uygulanmasında ilgili kurum ve kuruluşların eşgüdümü kadar, ilgili sivil toplum örgütlerinin ve yurttaşların desteği de büyük önem taşımaktadır...

Türkiye'nin Avrupa'ya çıkış yolu üzerindeki Balkanlar bölgesinin, Türkiye'nin çevresinde oluşturulması temel ereğimiz olan dostluk ve işbirliği kuşağının önemli bir parçası olmasını diliyoruz... Edirne'nin...tarihsel ve stratejik konumu, kente sorumluluklar yüklemektedir. Bölgesel dayanışma ve işbirliğinin sağlanmasında, Edirne önemli bir görev üstlenebilir. Tarihi Kentler Birliği'nin Edirne toplantısının, bu düşüncenin yaşama geçirilmesi için somut bir adım oluşturacağına inanıyorum..."




YAYIN: 19 Eylül 2002, Milliyet Kültür ve Sanat Eki

Cumartesi, Eylül 21, 2002

Geleceği biçimlendireceklerden misiniz?



“Heraklit ‘herşey akar’ dedi. Ama biz, sonuçlarını hiç düşünmeden dünyamızdaki doğal ve binlerce yıldır evrilerek gelen toplumsal-kültürel sistemlerin üzerini, karmaşık teknik sistemlerle doldurduk. İşte gittikçe çöken doğal çevre ve fakirleşen toplumsal yaşam kalitemiz bu sonuçlardan biri... O halde bu karmaşık sistemlerin ve akışın tasarımını yenibaştan ve önlem alıcı bir biçimde düşünmeye başlamak zorundayız. Hele, dünyayı akıllı sistemler ve muhteris zekâ ile sindirdiğimiz şu sıralarda!”

Böyle başlıyor Algının Kapıları 7: Akış konferansının gerekçesi. “Algının Kapıları” bir web sitesi, bir bilgi ağı ve bir kültürel hızlandırıcı. Alternatif bir gelecek düşleyen ve onu gerçekleştirecek tasarımlar için adım atan araştırmacıları, kâşifleri, girişimcileri, eğitimcileri ve tasarımcıları bir araya toplamak amacıyla kurulmuş. “Kapılar...” önümüzdeki yıllarda toplumsal, teknolojik ve teorik tasarım kararlarını etkileyecek düşünceleri ve onların aktörlerini bir araya getiriyor. Diyorlar ki, “Gözle görünen teknolojinin bilgisayar olduğu, ağlarla örülü bir çevre ve iletişim ortamındaki tasarım kararları, aslında süreç kararlarıdır. Bilgisayar gözden kaybolduğunda, çevre bir arayüz olur. Bunun içerik yönetiminden, bağlam yönetimine doğru bir hareket olduğunu söyleyebiliriz. O halde bağlam yönetimi ne demektir? İşte, ‘Kapılar...’ yalnızca nesnelerin değil, aynı zamanda insanların birbirleriyle iletişim biçimlerini de belirleyen tasarım sürecine ve dünyaya yeni yöntemlerle bakılması için gereken bir mercektir” . “Tasarımcı”nın ölçütü de hayli geniş: Eger, bir gün, mevcut durumu, tercih edilen duruma nasıl değiştireceğinizi bulmanız gerekirse, tasarım yapıyorsunuz demektir.” (*) Yani geleceği biçimlendireceklerdensiniz!

O halde siz de Kasım’ın 14’ünden 17’sine kadar sürecek olan konferansa katılmak için Amsterdam’a gitmelisiniz! Avrupa Konseyi, Hollanda Kültür Bakanlığı ve Amsterdam Belediyesi desteğinde yola çıkan ekip, bu konferansa katılmaya, özellikle tasarımcı, mimar, girişimci, politika belirleyici, eğitimci ve kent yöneticilerini davet ediyor. “Bu konferansı, içinde yaşadığımız doğal, insani ve endüstriyel sistemleri gözden geçirmek için düzenledik. Bunlar nasıl çalışıyor? Birbirlerini nasıl etkiliyorlar? Yayılgan bilgi-işlem biçimleri akışın belirleyeni olabilir mi? Bunları dünyaya farklı bakarak araştırmalıyız.”

Konferansta dünyanın dört bir tarafından gelecek olan “kamuoyu önderleri” kısa ve vurucu sunumlar yapacak ve izleyiciler, konuşmacılarla çeşitli gelecek senaryolarını tartışabilecekler. Katılacağı kesinleşenler arasında 21. yüzyılda doğaya saygılı yeni bir tasarım kültürünün egemen olmasını isteyen Manifestosu ile ünlü Bruce Sterling de var... Katılım için öğrencilerden 200, diğerlerinden 750 Euro isteniyor. Ancak, durumu bu ücreti karşılamaya elverişli olmayanlara da kapıyı açık tutmuşlar. Uçak bileti v.b. konularda kolaylık sağlıyorlar... Keza, bu etkinliği desteklemek isteyen kuruluşlardan da katkı kabul ediliyor. Ama pür-reklam veya tanıtım amaçlı olmayanlardan. Bu konudaki ilkelerini de web sitelerine koymuşlar...


(*) Prof. Herb Simon'a ait bu deyimin tam çevirisi için, Carnegie Mellon'da, onun öğrencisinin öğrencisi olmuş, Mimar Zeynep Uygun'a teşekkürler!

YAYIN: 12 Eylül 2002, Milliyet Kültür ve Sanat Eki

Pazartesi, Eylül 16, 2002

Beyoğlu’ndan Taksim’e akan ırmak...




Beyoğlu Beyoğlu olalı, herhalde böyle bir gösteriye ev sahipliği etmemiştir. Olmuş bitmiş birşey olmasına rağmen, bunu sizlerle paylaşmak boynumun borcu! Geçen Cumartesi sabahı, Galatasaray Lisesi önünde alışılmadık bir kalabalık toplandı. Baştan aşağı yeşil ve mavi renkte giydirilmiş çocuklar, at üstünde bir gelin ile bir damat, bir semah grubu, folklor ekipleri, yerel giysileriyle yüzlerce Tokat’lı, Tokat’ın Niksar, Erbaa, Reşadiye ilçelerinin yerel yöneticileri, onların İstanbul’daki hemşehrileri, Taksim’e doğru yürüyüşe geçti. “Yeşilırmak Yeşildi... Yeşil Kalacak” başlıklı “havza boyutunda kültürel koruma projesi”nin ilk adımı böyle atılıyordu. Projenin müellifi Prof. Dr. Metin Sözen ve Çekül Vakfı mensupları ile destekleyicilerinden Osman Arolat, Prof. Dr. Mithat Melen, Dr. Rüştü Bozkurt, Şeref Özgencil de yürüyüşçüler arasındaydı. Meraklı Japon turistler, meraklı meraksız diğer turistler ve Taksim’de ne olacağını merak eden İstanbullu’larla kafile genişlerken, tıpkı bir koreograf gibi davranan uzun boylu bir adam, ikişerli sıra olmuş yeşilli mavili çocukları, bir “S” çizerek yürütüyordu. Olayı görüntüleyen televizyon gazetecileri, uzun boylu adamdan bu “S”nin sebebini öğrendiklerinde, heyecanlandılar ve çekimleri baştan aldılar. Kıvrılarak akan “Yeşilırmak”tı bu...
S

“Yeşilırmak” İstiklal Caddesi’nden “akarken”, arkadan gelenlerle “Cadde-i Kebir”in oluşturduğu kompozisyon görülecek manzaraydı. Dev “Swatch” pankartının atında at üstündeki gelin, Fransız Konsolosluğu binasının önünde, dönerek kendinden geçmiş Kuyucak Semah ekibi, Maksem’in önünde insandan kuleler oluşturan Kelkit İlköğretim Okulu Halkoyunları ekibi... Yürüyüş biterken, bir süre Meydan’da halka birlikte oyunlar oynandı. Sonra Taksim Gezisi’nde bir gün öncesinden kurulmuş olan “küçük Tokat”a girildi. “Küçük Tokat” bir başka âlemdi. Burada son 24 saattir, gelip geçen İstanbullu’lara Tokat yemekleri sunulmuş, halk üç ilçenin geleneksel evlerine girip çıkmış, gece de filmler izlemişti. Bu evlerden birinde yapılan bir basın toplantısından sonra, Tokat yavaş yavaş toplandı ve gerçek coğrafyasına doğru yola çıktı... (Ayrıntılar ve görüntüler http://cekul.blogspot.com adresinde!)

Gelelim o “uzun boylu adam”a... O Tokat İl Özel İdare Müdür Yardımcısı ve Çekül Temsilcisi Adnan Şahin’di. Tokat kültürünü tanıtmak onun için herşeydi. “Kentinin fanatik bir hemşehrisi”, önüne engel çıktığında, tıpkı Yeşilırmak gibi “S”ler de çizerek hedefine ulaşan Şahin, bu etkinlik için adeta Tokat’ı İstanbul’a taşımıştı. Şimdilik yalnızca üç ilçeden 6 otobüs dolusu insan, yerel radyo ve televizyon ekipleri, kamyonlar dolusu yiyecek, içecek, el sanatı ürünü, ev, ev eşyası, çadır, at, araba, müzik aleti, giysi, gazete, kitap, getirerek, Taksim’i bir platoya çeviren Şahin, “II. Tokat çıkarması”nı Tokat ve Zile ile yapmayı plânlıyor. Yakında yöresel yemeklerle ilgili bir kitabı da yayınlanacak olan Adnan Şahin’den her ilde bir tane olsaydı, “elle tutulan ve tutulamayan” kültürü anlatmayı daha çabuk başarırdık...

YAYIN: 5 Eylül 2002, Milliyet Kültür-Sanat Eki

Cumartesi, Eylül 07, 2002

“Kilimwomen”...




“Kilimwomen” diye bir web-kütüğü ile karşılaştım. Kapadokya, Ortahisar’dan iki kızkardeş; Hatice ve Sultan, “Kilimwomen” sitesinde, düzgün bir İngilizce ve pırıl pırıl fotoğraflarla, bir taraftan aile yaşamlarından kesitler verirken, bir taraftan da Ortahisar’ı ve yörenin kilimlerini tanıtıyorlar. “Kilimin öyküsü”nü adeta bir Önder Küçükerman kitabından taranmış gibi; bir uzaktan, bir yakından anlatan, sistemli, albenili sayfalar. “Nasıl olmuş da bu ekip bu kadar ustaca...” derken Amerikalı Barbara (Sher) çıkıverdi altından...

Efendim, Barbara’nın yolu 1997’de Kapadokya’ya, Ortahisar’a düşüyor. Burada hem doğaya, hem de kilimlere aşık oluyor. Ne ki, bunları vaktiyle dokuyan Ortahisar’lı kadınlar, kilimleri pazarlayan aracı-toptancıların kendilerine çok az para vermesinden yılarak, bu işten artık vazgeçmişler. New York’a döndükten sonra, “Neden” diyor Barbara, “fakirlikten helâk olan Ortahisar’lı kadınlar, kendi dokudukları kilimleri internet üzerinden kendileri satmasın, neden bu sanat böyle göz göre göre ölsün?” 64 yaşındaki Barbara kolları sıvıyor. Dostlarından 4-5 bin dolar para toplayıp, önce “Kilimwomen” (=”Kilimcikadınlar”) adını vermeye karar verdiği web sitesi için iyi bir tasarımcı ile anlaşıyor, sonra da elinde bir iki dizüstü bilgisayar, tekrar Ortahisar’a gelip, yerleşiyor. Amacının ne olduğunu, sistemin nasıl işleyeceğini, sitesinin “Barbara’nın Rüyası” sayfasında dile getiriyor. Erişebildiği kadar çok sayıdaki “kâr amacı gütmeyen” kuruluşla iletişim ağları kuruyor, destek istiyor. Bu arada kilimci kadınlar yeniden örgütlenirken, bir de “Kilim/e-Ticaret” okulu da kuruluyor. Sistem çalışmaya başlayınca, Barbara da New York’a geri dönüyor. İşte Hatice ile Sultan, bilgisayarı, internet kullanmayı, web kameraları aracılığıyla kilim dokumasını ve de e-ticareti öğreten bu okulun ilk mezunları! Barbara’nın başlattığı site, şimdi onların web-günlüğüne eklemlenmiş.
Hatice Internet'e bağlanmayı da öğreniyor...

Bu proje, 70’ine yaklaşmışken, Barbara’ya bambaşka bir yaşam biçimi getiriyor: “Asya ve Ortadoğudaki Küçük Köylerde Yaşayan Kadınlara E-Ticaret Öğretmek” başlıklı bir toplumsal sorumluluk platformu . Barbara, bu kez kendi web sitesi ve elektronik bülteni üzerinden dünya ile iletişime geçiyor. Şimdiki “rüya”sı Nepal, Kamboçya, Hindistan, Filipinler’i de kapsıyor. Amaç yerel kültür mirası korunup yaşatılırken, -onu en çok üreten- kadınları bilgisayar okur-yazarı haline getirip, ekonomik açıdan kalkındırmak.
Barbara’nın rüyası bir yana, gelelim bizim siyasal partilerin Türkiye’yi “Bilgi Çağı”na taşımak için rüya veya stratejilerinin ne olduğuna. Bunu hiç bilmiyoruz. Biliyor muyuz? “E-Türkiye+” projesinin zamanlama durakları birer birer doluyor, ortada hâlâ göze görünen bir gelişme yok. Proje zaten kamu-yerel-sivil işbirliği ile bir “seferberlik” gerektiriyor. Bakalım şimdi, Eylül ortasında kültür mirasını korumak için örgütlenmiş Tarihi Kentler Birliği’nin Edirne toplantısı var. Bu kez Türkiye Bilişim Vakfı da davetli. Bu örnekten orada sözedilmesi iyi olabilir. Bakarsınız, elele verilmiş, seferberlik için gereken ilk adımlar orada atılmış. Bu da benim rüyam işte...

YAYIN: 29 Ağustos 2002, Milliyet Kültür ve Sanat Eki


“Geri iade”, “dâhi” ve diğer suçlar...




Aynı anlama gelen sözcükler, gereksiz yere hergün yüzlerce kez tekrarlanıyor. Sonra bunlar deyimleşiyorlar. Örneğin “geri iade”. Memleketi bir kaplamış ki, demeyin gitsin. Denemesi bedava! Arama motorunuzun kutucuğuna bir “geri iade” yazın. Sonra da gelen sonuçlara bir bakın:

  • Bir üniversitemizin hukuk müşavirliğinden: “Öğrencinin yatırmış olduğu yurt aylık ücreti geri iade edilmez, öğrenci ileriki ayların yurt ücretini peşin olarak ödemiş ise ilgili aylara ait ücreti geri iade edilir.”
  • Bir büyük kentimizdeki bir meslek odasının web sitesinden: “…hizmet ile ilgili talebinin avan proje en düşük bedeli kadar fatura aranması, harcının geri iade edilmesi…”
  • Bir üniversitemiz bilgisayar-okuryazarı yetiştiriyor: “Geri Al düğmesi aşağı doğru açıldığında son yapılan işlemlerin listesi görülecektir. Bunlardan istenen seçilerek yapılan işlemler geri alınabilir. Son yapılan işlemi tekrar geri iade etmek (yinelemek) için de aşağıdaki yollar izlenebilir...”
  • Bir bakanlığımızın sitesindeki “Nükleer Kaza Veya Radyolojik Âcil Hallerde Yardımlaşma Sözleşmesi”nden: “... Yardım eden tarafça istendiğinde, yardım talep eden devlet yardımda kullanılan ve geri iade edilmek üzere alınmış bulunan teçhizatın geri...”
  • İşi basındaki yanlışlıklara mercek tutmak olan bir yayından: “gazeteye gözünüz ilişmediyse endişelenmeyin; söz konusu ‘yasa tasarısı’nın öyle ‘ihanet’le filan ilgisi yok. Hattâ tam tersine, ... cemaatlerin ‘36 Kararnamesi’ olarak adlandırılan bir düzenlemeyle gaspedilen haklarını bir ölçüde geri iade etmeye çalışan bir tasarı bu.”
  • Bir büyük partimizin web sitesinden: “...ısrarla yanlış olduğunu ifade etmesine rağmen görüşüldü ve Sayın Demirel Cumhurbaşkanı idi ve Cumhurbaşkanı olarak geri iade etti…”



  • “...İade etmek sözü için vaktiyle geri vermek önerilmişti. Geri vermek dilde giderek yaygınlaşırken bir de iki sözün karması geri iade etmek çıktı. Kültürlü ve belli bir düzeye gelmiş pek çok kişiden geri iade etmek sözünü duydukça bunun dilde taban bulduğu düşüncesi akla geliyor. Bu durumu tespit ettikten sonra biz gene de şu öneride bulunalım: Ya iade edelim veya geri verelim, geri iade etmeyelim.” Prof. Dr. Hamza Zülfikar, Türk Dil Kurumu.

    İşte spor yazarı Murat Çelik: “Aldığınız bir malı bazen ‘geri iade’ edersiniz. Eder misiniz? Hayır edemezsiniz. Sadece ‘iade’ edebilirsiniz. Çünkü ‘iade’ zaten ‘geri’ vermektir.” Çelik, “ben dâhi”cilere de veryansın ediyor: “... Bunlar, ‘dahi’ anlamı taşıyanlar. Ama üstün zekalı anlamındaki ‘dâhi’ değil. ‘Dahi’. Kısa okunan ‘dahi’. ‘Daahi’ diye okunan ‘dahi’ değil. Sokaktaki vatandaşın ‘de’ ve ‘da’lar konusunda hassas olmamak gibi bir lüksü bulunabilir. Ama benim yok.”

    Bir de Radikal’de yazdığı haftalık “Dil Meseleleri”ni okumamak, benim için neredeyse “kanunu bilmemek mazeret değildir” kuralı ile eşdeğer olan Necmiye Alpay var. Alpay “Güzel Türkçemizcilik Hollywood Türkçeciliğine Karşı” (1999) başlıklı yazısında “geri iade” de içinde olmak üzere bu tür “anlamsal yinelemeleri” listelemiş ve bunlara “daha çok, yanlış denen sözleri kullanma suçunu işlemekten haz duyulabilen konuşma dilinde rastlandığına dikkat çekmiş. “İşlemekten haz duyulan suçlar” nitelemesine, bence 2002’de “yaptırımı ‘rating’ artışı olanlar” da eklenebilir. Yalan mı? Türkçe’yi katletmenin yaptırımı sizce nedir?

    YAYIN: 22 Ağustos 2002, Milliyet Kültür ve Sanat Eki

    “Sarıkız”ı görmeden geçmeyin...




    Haftaya Cuma (23 Ağustos), Edremit’in Çamlıbel Köyü’nde yapılacak bir şenliğe davetlisiniz! Daveti yapan Çamlıbel Köyü halkı ile Tuncel Kurtiz. O gün, kazanlarda etler, keşkekler, pilavlar pişecek, patatesler kızaracak, aşureler kaynatılacak ve Cuma öğle saatlerinde tüm köye ve yolu oralara düşen herkese açık sofralar kurulacak... Ağustos’un son günlerinde yapılan, geleneksel bir hayır yemeği bu. Bu gelenek, şimdi 22 Ağustos’ta başlayıp, 3 gün sürecek olan bir şenliğe dönüştürülüyor. Dönüştürenler de, bir süredir kentte yaşamaktan vazgeçip, bu köydeki Zeytinbağı Oteli’nde yaşayan Tuncel Kurtiz ile Zeytinbağ ekibi. Homeros’un İliada destanını on yılda tamamlanacak bir film ile yeniden yorumlamayı planlayan Kurtiz, geçen yıl çekilen ilk bölüm; “Sarıkız”ı da, o akşam katılanlara gösterecek. Gelen bültende, “ressam-heykeltraş Yavuz Tanyeli 3 metrelik bir meşe ağacını heykele dönüştürecek, ressam Muzaffer Akyol ve Bediş köyün duvarlarına çocuklarla birlikte resimler yapacak, Cihat Aşkın keman, Reyent Bölükbaşı çello ile Bach'dan Vivaldi'ye, Refik Fersan'a doğru dolaşacaklar, Sema taş plak sesi ile tangolarını söyleyecek. Ali Perret caz piyanosu ile eserlerini seslendirecek” deniliyor.

    “Sarıkız”ı İnternet’te biraz araştırdım. Nazan Özcan’ın Radikal’de yazdığı bir haberi kaynak alan “Kamera Arkası” sitesinde epey bilgi verilmiş. “Oyuncu Tuncel Kurtiz ilk belgeseli ‘Çamlıbel'de Bir Hayır’ı, TRT'nin Genç Sinemacılar'ı için çekti” diye başlayan sayfa -özetle- şöyle devam ediyor: “...Balıkesir'in Edremit ilçesinin Çamlıbel köyünün meydanı bir kalabalık bir kalabalık... O kalabalık arasından bir de ellerinde kameralar, ses aletleri taşıyan bir ekip var. Yapılan ‘hayır işi’ Kaz Dağı'nda yaşadığına inanılan Sarıkız için senelerdir aksatılmadan kotarılıyor. Çamlıbel köyündeki herkes bütçesi neye yeterse o kadar yardımda bulunuyor... köyün kadınları iki gün bu yemekleri pişiriyor. Cuma günü de hem köydeki hem de civardan gelen herkese bu yemekler ikram ediliyor... Gelelim Sarıkız'a... Hakkındaki riyavetler muhtelif. Bir iftiraya uğrayınca babası onu Kaz Dağı'nın tepesine götürüp bırakmış. Ziyarete gittiğinde kızından su istemiş. Sarıkız da Kaz Dağı'nın tepesinden eğilip bir eliyle Edremit Körfezi'nden bir eliyle de Saroz Körfezi'nden su getirince babası onun ‘farklı’ olduğunu anlamış. Sarıkız'ın hikâyesi böyle. Kurtiz de ‘Kısa güzeldir, kısa zordur, kısada bambaşka bir tat vardır.’ diyor... Yönetmen ‘hayır'ı biraz daha günümüze uyarlamış bir şekilde anlatıyor. ‘Bu bir imece, yazın bitip hasatın toplanmasından sonra yapılan bir yakarı, Tanrıya bir teşekkür aslında. Ben aslında ortaklaşa yaşamın hikâyesini çekiyorum... Bu benim İlyada'mın başlangıcı oluyor".

    “Sarıkız” efsanesinin geniş biçimde irdelendiği bir kaynak; “Tahtacılar.com”. “Kazdağı ve Sarıkız Efsaneleri” başlıklı incelemesinde, Doç. Dr. Ali Duymaz “Sarıkız”ın tam altı değişik öyküsünü derliyor, Metin Karadağ da bir başka bunları karşılaştırıyor. Duymaz, aynı konuda Balıkesir Üniversitesi’nin web sitesinde de bir araştırma yayınlamış...

    Son olarak, 16 Eylül 2000 tarihli Milliyet’te Edremit Meydanı’na dikilen “Sarıkız” heykeli hakkında bir haber. Başlık: sayfada“Sarıkız’ın namusu ortada kaldı”...

    Tıklayın!

    YAYIN: 15 Ağustos 2002, Milliyet Kültür ve Sanat Eki